21 Aralık 2016 Çarşamba

Gölgem

Aslında hepimiz güzel düşler hayaller kurarak çıkarız

Sevdiğimizle yola kavak yelleri Başımızda eser deriz

Kendi kendimize  tamam bu sefer oldu her şey çok

Güzel giderken Bir anda kendimizi atıldığı derin

Kuyu içerisinde yalnız buluruz ne mi olmuş  Seven 

Seviyorum diyen gitmiş terketmiş ve bizlerde sevda

Misali kuyunun içinde kurtulmayı Bekliyoruz henüz 

Daha yaralarımız kurumadan yanmadan kavrulmadan 

Çıkmayı bekliyoruz aynı şeyleri tekrar tekrar yaşacağımızı 

Bile bile kendimiz hiç akıllanmadan tekrardan kuyuya 

Atacak sevdalara atmaya çalışıyoruz ve [ sevenler hep yanıyor ]


14 Aralık 2016 Çarşamba

GÖLGEM

           ALİ KIZILTUĞ

Aramıza da girmiş dağlar denizler
Gelemem diyorum öf öff.. sen gel diyorsun
Kar yağmış yollara örtülmüş izler
Bulamam diyorum öf öff.. sen bul diyorsun

Sanma bu sevgimiz sence yaygara
Ne dertler bıraktın öf öff.. hep sıra sıra
Sen yoksun ya öyle ıssız Ankara
Duramam diyorum öf öff.. sen dur diyorsun

Kızıltuğum da baharımı yazımı
Hangi kalem yazmış öf öff.. benim yazımı
Dert ortağım da olan dertli sazımı
Çalamam diyorum öf öff.. sen çal diyorsun

10 Aralık 2016 Cumartesi

SABAHATTİN ALİ

        ÇOÇUKLAR GİBİ

Bende hiç tükenmez bir hayat vardı
Kırlara yayılan ilkbahar gibi
Kalbim hiç durmadan hızla çarpardı
Göğsümün içinde ateş var gibi

Başını göğsüme sakla sevgilim
Güzel saçlarında dolaşsın elim
Bir gün ağlayalım bir gün gülelim
Sevişen yaramaz çocuklar gibi

Hissedince sana vurulduğumu
Anladım ne kadar yorulduğumu
Sakinleştiğimi, durulduğumu
Denize dökülen bir pınar gibi

Sözün şiirlerin mükemmelidir
Senden başkasını seven delidir
Yüzün çiçeklerin en güzelidir
Gözlerin bilinmez bir diyar gibi

6 Aralık 2016 Salı

GÖLGEM















Kekik kokusu duydum kekik koynunda 
Ussuz geceler uyandım birden bire
Haydi dedim yüreğim gidelim bu 
Şehirden koparmak istiyor 
Özlemle rim den yorgunum çünkü 
Bu yorgunluğumun yaşamak gibi bir
Anlamı var yinede yaşamaktan duyduğum
Mutluluğun tadına düşmanlarım ulaşamazlar
         
       YÜREĞİME İYİ BAK
            Gölgem
Bir kuş çiz yavrum yüzüme göz yaşınla 
Bir kuş tel tel kirpiklerin kanat olsun
Bir kuş çırpınan kalbi dudağında 
Bir kuş yavrum sıcaklığın beni bulsun
Bahar gelmiş balam benim bahar gelmiş dayanmış
Dalda yaprak bebeciğim su da köpük uyanmış
Kuzulara özenmiş kızım benim körpe sesler 
Dillenmiş ay ışığında yanmış yavrucuğum 
Onun için de yanmış.
        İNCİTME SAKIN 
            Gölgem 


5 Aralık 2016 Pazartesi

ROSA LUXEMBURG



1871 yılının  bazı kaynaklara göre 1870 5 Martında Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Polonya da doğdu. Daha genç yaşlarında sosyalizmle tanıştı ve dönemin solcu gruplarında yer aldı. Daha 18 yaşındayken içinde bulunduğu gruplar ve politik görüşü yüzünden İsviçre ye kaçmak zorunda kaldı. 1889 da Zürih Üniversitesine girdi. Burada felsefe  tarih politika  ekonomi ve matematik öğrenimi gördü hayatında büyük etki bırakacak isimlerle tanıştı.
1890 yılında Bismarck ın sosyal demokrasiyi yasaklayan kanunun lağvedilmesi ardından sosyalist parlamentoya girdi. Parlamentoya giriş  dönemin sosyal demokratlarının devrimci uçtan uzaklaşmasına ve parlamentoda daha etkin olabilmek için çalışmasına neden oldu. Bu Rosa Luxemburgun da dahil olduğu devrimci görüş çizgisindekileri rahatsız etmekteydi. Bu sırada Zürih te öğrenim görmeye devam eden Rosa 1898 yılında doktorasını tamamladı. Özgür bir Polonya için çalışmalarına devam etse de  onun kafasındaki tabloda Almanya Avusturya ve Rusya'da devrim gerçekleştiği takdirde Polonya özgür olabilirdi. Bu tablo milliyetçi bir çizgi çizen Polonyalı sosyalist grupların ve Polonya Sosyalist Partisinin ondan daha da uzaklaşmasına neden oldu. Daha sonra bu görüşleri Rus sosyalist çevrelerle de ilişkisinin bozulmasına yol açacaktı.
1898 yılında Gustav Lübeck ile evlenerek Berline taşındı Alman vatandaşlığı kazandı. SPD'nin Almanya Sosyal Demokrat Partisi aktif bir üyesi oldu. 1900 yılına gelindiğinde Luxemburg un fikirleri tüm Avrupa'da sosyalist çevrelerde büyük yankı uyandırmakta yazdığı makaleler ilgi görmekteydi. Özellikle Eduard Bernstein in düşüncelerine getirdiği eleştiriler ile öne çıkıyordu. Alman militarizminin yükselen değer olması Luxemburgu ziyadesiyle rahatsız ediyordu bu konuda partiyle de ters düşmüştü. 1904 ile 1906 yılları arasında siyasi faaliyetleri ve görüşleri nedeniyle üç kez hapse girdi. Aldığı hapis cezaları onu yıldırmadı, faaliyetlerine devam etti. SPD'nin eğitim merkezlerinde Ekonomi ve Marksizm öğretmeye başladı.
Savaşın başlamasıyla esen milliyetçi rüzgar SPD nin de milliyetçi eğilime yönelmesine neden oldu ki bu Luxemburg un fikirleri ile tamamen tezatlık oluşturuyordu bu sebeple partiyle olan tüm ilişkisini kesti. 5 Ağustos 1914'de Karl Liebknecht ile beraber Internationale grubunu kurdu. 1 Ocak 1916'da grubun adı Spartaküs Birliği  Spartakistler  Almanca Spartakusbund oldu. Grubun devlete karşıt tutumu yüzünden 28 Haziran 1916'da Luxemburg hapis cezasına çarptırıldı. Hapiste geçirdiği yıllarda birçok makale kaleme aldı. Özellikle Rus devrimi üzerine yazdıkları ve Bolşeviklere getirdiği eleştiriler çarpıcıdır.  
1918 Kasım ında Luxemburg hapisten çıktı. Faaliyetlerine devam etti ve Liebknecht ile birlikte Alman Komünist Parti sini kurdu. 15 Ocak 1919 da Rosa Luxemburg Karl Liebknecht ve Wilhelm Pieck  Freikorps tarafından tutuklandılar  Pieck kaçmayı başarırken Luxemburg ile Liebknecht yedikleri darbelerle bilinçlerini kaybettiler. Aynı gün Luxemburg ölene kadar dövülmüş ve ölü vücudu nehre atılmış  Liebknecht de başından yediği kurşunlarla öldürülmüştü.

4 Aralık 2016 Pazar

OĞUZ ATAY

                       -TUTUNAMAYANLAR-


Çıkaramadı yıllar boyunca. İlk defa domuz eti yerken          
Arkadaşlarının ısrarıyla geneleve giderken
Hep ONUNLA O kimdi? bozmamaya çalıştı arayı
İki gün oruç bile tuttu bir Ramazan ayı.
Sapı silik ve tutuk bir tabancaydı.
Bir gün ölürse ona bu vatan bir mezarlık yer verecek.
560 Oturdu bir destan yazdı kendini yerecek.
Sazını ve cesaretini aldı eline bütün cesareti
Daha kötü şeyler olması korkusundadır.
Canını dişine takarak
Yazılmış eski destanlara bakarak
Sözü uzattı durdu.
İşte şöyle buyurdu
Numanoğlu Selim derler adımız
Gürültüye geldi her feryadımız
Nedense tamamdır itikadımız
Dikilen her kumaş bol gelir bize
Çocukken güneşin tadın bilmedik
Büyüdük kadının adın bilmedik
Bizi anlayacak kadın bilmedik
Sevgisiz bir hayat çöl gelir bize
Bize öğretilen her söze kandık
Yasaktır Memnudur dendi inandık
Hep Girilmez levhasına aldandık
Bu tutulan yanlış yol gelir bize
Benim cefalı yârim kafamdır
Divanda düşünmek bütün safamdır
Mülkiyet benimçün büyük evhamdır
Senin olanları nideyim gayrı.

NAZIM HİKMET RAN


NAZIM HİKMET RAN


2 Aralık 2016 Cuma

VEDAT TÜRKALİ

                                   Vedat Türkali 950'den Notlar Şiiri



Yüce dağ başları dumanlı dumanlı
Irmaklar yorgun ağır
İnsanlar yapayalnız
Nedir üstümüzdeki bu karanlık bulut
Irgatın akşamlara kadar düşündüğü nedir
Yabancı bandıralar bayraklar emirler
Ne maviliklerde ferahlık ne toprakta güven
yurda ölüm tüccarları kurulmuş
Bu vatan bu millet bu bayrak
Satılmaz diyenden hesap sorulmuş
Yollar fabrikalar tarlalar
Bir hançer altında amansız
Dağ taş haber bekler hürriyetten
Nedir bu toprakların bitmeyen çilesi
Nedir nedir nedir
Bu gün karanlıkta apansız
Bir çığlık yükseldi memleketten
Ben bayraksız hürriyettsiz neylerim dedi
Kınalı keklikler uçtu düz ovalardan tabur tabur
Yabancı bu memlekette işin ne
Yerin altında damar damar madenlerimiz var
Bizi bekler
Götürüp top dökemezsin
Dağlarımız ırmaklarımız bize göredir
Tarlalarımız bize kadar
Ekemezsin
Bizim bu toprak için
Bu topraklarda dökülecek kanlarımız var
Elini kolunu sallayarak bu memlekette
Giremezsin çıkamazsın
Biliriz yağmaya geldin yabancı
Senin bu memlekette işin ne

Biliyorum bir gün karanlıkta
Kesecekler yolumuzu
Ya siz çocuklar
Nasıl anlatmalı sizlere olup bitecekleri
Çocuklar bizim dediğimiz
Yüzümüze utanç duymadan bakmaktır
Mal değil mülk değil istediğimiz
Size namuslu bir dünya bırakmaktır

1 Aralık 2016 Perşembe

ÖMER HAYYAM


Karanlık Aydınlık tan yalan 
Doğrudan kaçar Güneş yalnızdır 
Ama etrafına ışık saçar 
Üzülme Doğruların kaderi dir 
Yanlızlık Kargalar sürü ile 
Kartallar yalnız uçar.











30 Kasım 2016 Çarşamba

FYODOR MİHAYLOVİÇ DOSTOYEVSKİ

                      Yeraltından Notlar

Ateşli sözlerimle kandırıp Yanlış yolun karanlığından Düşmüş ruhunu kurtartığım zaman Derin bir azap duyarak Seni saran ayıbı Pişmanlık içinde lanetlendin Unutkan Vicdanını anılarınla cezalandırmak için Benden önce olanları Tek tek bana anlatırken Birden bire yüzünü ellerinle kapadın Ruhundaki isyan sonunda Utançla dehşetle sarsılarak Gözyaşlarına boğuldun.

28 Kasım 2016 Pazartesi

Gölgem

Hep Ayrılıklar Aynı Yalnız Kişiler Başka!Gölgem



baharı bekledim yaz geldi geçti gurbet ellerde güz geldi geçti derdimin üstünde yüz geldi geçti hep seni bekledim boşu boşuna aksamı geç saydım sabahı erken ağardı saçlarım yıllar geçerken hele bir gün daha tükensin derken hep seni bekledim boşu boşuna her şeye aldanıp boynumu büktüm boşyere ağlayıp göz yaşı döktüm farkında olmadan ansızın çöktüm boşu boşuna.

Gölgem

Hep Ayrılıklar Aynı Yalnız Kişiler Başka!Gölgem



Hazana ermeden baharı ömrüm bir Muhabbet name yaz bana gönder Hicrine yanmıştır dayanmaz gönlüm sitemli sözleri yaz bana gönder Ben aşığim ey peri ruhsar muhabbet sırrına ermesin yazlar sakla Mektubunuda  yaz bana gönder sitemli sözleri   yaz bana gönder Hicrinle yannmştır dayanmaz gönlün hasreti ateşi az bana gönder şu Bana ettiğin cevrile nazı hep sana yaptığım  arzu niyazı hatrına Gelince yaz bazı bazı ağla göz yasını yaz bana gönder.

27 Kasım 2016 Pazar

Gölgem




Şimdi yanlızım yine sensiz bir akşamda sense kimbilir nerdesin kiminlesin umudum yüreğim  seni arıyor bu akşam oturup senle iki kadeh rakı içmek konuşurken senle dalıp hayallere uzaklara birlikte bakarak öylece uyanmak vardı düşlerinde... 

25 Kasım 2016 Cuma

AZİZ NESİN


                          DAMDA DELİ VAR



Bütün mahalle ayağa kalktı
Damda deli var Sokak bir baştan bir başa  deliyi seyre gelenlerle dolmuştu.Önce karakoldan sonra Müdüriyetten araba ile polisler geldi. Arkadan itfaiye
yetişti. Delinin annesi . Yavrum oğlum in aşağı . Hadi çocuğum diye yalvarıyorduDeli  Muhtar yapmazsanız  kendimi aşağı atarım diyordu.
itfaiye erleri  deli aşağı atlarsa tutabilmek için branda bezini açtılar. Dokuz itfaiyeci  uçlarından tuttukları branda bezini apartımamn çevresinde dolaştırmaktan ter içinde kalmışlardı .Komiser Rica ederim  in kardeşim aşağı diye yarı korkutmak istercesine yarı dayumuşak bir sesle deliyi kandırmaya çalışıyordu  Muhtar yapın ineyim. Yoksa kendimi aşağı atarım. Yalvarmak  yakarmak korkutmak hiçbiri para etmedi. Kardeşim yahu in be aşağı Şunlara bak .Beni aşağı indireceğinize siz yukarı çıksanıza.
Kalabalıktan biri Muhtar yaptık diyelim dedi. Başka biri Olmaz yahu dedi  deliden muhtar olur mu hiç. Sahiden muhtar yapacak değiliz ya. Bastonuna dayanmış bir ihtiyar Olmaz dedi  sahiden de  şakadan da yapsanız olmaz. Belki iner inmez.  Ben bunları bilirim. Bir kere yukarı çıktılar mı  artık inmezler.Hele bir kere aşağı insin  kolay inmez Aşağıdan birisi  Seni muhtar yaptık  diye bağırdı  haydi in aşağı  Deli oynamaya başladı inmem Şehir Meclisine üye yapmazsanız kendimi aşağı atarım.ihtiyar etrafındakilere  Nasıldedi  ben size demedim mi  istediğini yapalım.
Ne yapsanız inmez insan bir kere dama çıkacak kadar delirdimi      mi  artık  aşağı inmez.
Komiser Yaptık dedi  seni Şehir Meclisine üye yaptık. Hadi kardeşim in aşağı da
arkadaşlarını bekletme. İnmem  Belediye Başkanı yapın ineyim! ihtiyar
Gördünüz mü dedi vaktiyle gerekti. Şimdi hiç inmez.Ter içinde kalan itfaiye komutanı 
Yani belediye başkanı yapsak ne olur  dedi yapalım. Sonra iki elini ağzına boru yapıp yukarı seslendi  în kardeşim. Seni belediye başkanı yaptık  in de vazifene başla.
Deli göbek atarak, inmem, dedi  bir deliyi belediye başkanı yapanların arasında benim ne işim var  inmem.  Peki ne istiyorsun. Bakan yaparsanız inerim . Aşağıdakiler kısa bir tartışmadan sonra
Pekiy  dediler seni Bakan da yaptık Haydi artık in aşağı in Bak herkes seni bekliyor.
Deli, elini burnuna götürüp nanik yaptı  inmem  Bir deliyi bakan yapanların arasına iner miyim beni.
Haydi kardeşim seni bakan da yaptık  öbür bakanlar seni bekliyor. Haydi in
Yağma mı var  ineyim de beni tımarhaneye kapatın  inmem ihtiyar adam
Boşuna uğraşmayın inmez  dedi  Ben bu delileri gayet iyi bilirim. Sizi de
bakan yapsınlar  siz de inmek istemezsiniz. Deli barbar bağırıyordu
Başbakan yapmazsanız  karışmam  kendimi aşağı atarım. Yaptık  diye bağırdılar seni Başbakan yaptık ihtiyar adam  İnmez  dedi. Deli tekrar oynamağa başladı. Sonra da
Kral yapın  ineyim dedi  kral yapmazsanız kendimi aşağı atarım. İhtiyarın dedikleri doğru çıkıyordu Ona danıştılar  Ne dersiniz Kral yapalım mı  İhtiyar.
İş  işten geçti  dedi  artık ne derse yapmak zorundasınız. Bir kere nasıl olsa başbakan oldu.
Seni kral yaptık birader diye bağırdılar  haydi bakalım, artık in. Damda göbek atan deli
İnmem  dedi. Ne istiyorsun Kral da yaptık işte  Yaaa  İnmem İmparator yapın ineyim  yoksa kendimi aşağı atarım . İhtiyar  Atar dedi.Yaptık! diye bağırdılar. Seni imparator yaptık. Haydi gel aşağı. Deli  Sizin gibi sersemlerin arasında benim gibi imparatorun ne işi var  dedi.
Peki, ne istiyorsun Söyle de onu yapalım. İn be kardeşim. Damdaki deli  Ben imparator muyum  diye sordu. Aşağıdan bağırdılar   İmparatorsun Mademki imparatorum  canım isterse inerim  istemezse inmem. İnmiyorum  işte Komiser kızdı.
Atlarsa atlasın be Bir deli eksik olur dünya.

24 Kasım 2016 Perşembe

VİCTOR HUGO

                                                       



(D. 26 Şubat 1802, Besançon - Ö. 22 Mayıs 1885, Paris, Fransa)

Romantik gerçekçiliğin en önemli yazarlarından biri sayılan romancı, oyun yazarı ve şair.
Babası, Napoleon'un ordusunda generaldi. Babasının imparatorluk ordusuyla birlikte ülkeden ülkeye dolaşması ve annesiyle babası arasındaki anlaşmazlıklar yüzünden çocukluğu düzensizlikler içinde geçti. 1821'de annesi öldü. Bir yıl sonra'âşk mektupları yazdığı çocukluk arkadaşı Adele Fouc-her ile evlendi. Aynı yıl, ilk şiir kitabı olan Odes et poesies diverses'i (Odlar ve Çeşitli Şiirler) yayımlandı. Ardından ilk romanı Han d'Islande (İzlanda Hanı) çıktı. 1827'de manzum oyunu Cmrmvell büyük bir ilgiyle karşılandı ve tanınmasını sağladı. Aşkla arınan bir fahişeyi ele alan Marion de Lome (1829) adlı oyunu sansür tarafından yasaklanınca liberal eğilimleri güçlendi. Bu yasaklamaya hemen Hernani (1830) adlı oyunu yazarak karşılık verdi. Nötre Da-me de Paris (Nötre Dame'ın Kamburu; 1831) ile ününü daha da artırdı. Roman, başdiyakoz Frollo ve asker Phoebus'un kişiliklerinde, kambur Quasimo-do ile Çingene Esmeralda'yı mutsuzluğa boğan toplumu
lanetliyordu. Bir önceki romanı Le Dernier Jo-ur d'un condamne de (Bir İdam Mahkûmunun Son Günü; 1829) ölüm cezasına karşı çıkışın bir ürünüdür. Hugo aynı konuyu Claude Gueux (1834) adlı kitabında yeniden ele aldı. Temmuz Monarşisi sırasında dört şiir kitabı yayımlandı: Les Feuilles d'autom-ne (Sonbahar Yapraklan; 1831), Les Chants du cre-puscule (Şafak Türküleri; 1835), Les Vovc interieures -9-
I
(Gönülden Sesler; 1837), Les Rayons et les ornbres (Işınlar ve Gölgeler; 1840). 1856'da Les Contemplati-ons (Düşünceler) adlı kitabındaki şiirlerinde kızını kaybetmenin verdiği derin acıyı ele aldı. 1851'de III. Napoleon iktidara gelince Hugo için 4 Eylül 1870'e kadar sürecek olan bir sürgün hayatı başladı. Eserlerinin büyük bölümünü sürgün döneminde yazdı. Les Châtiments (Azaplar; 1853) adlı kitabı, Fransız dilinde yazılmış en güçlü yergili şiirleri içermektedir. 1854-60 arasında yazdığı La Fin de Satan (Ölümünden Sonra [Ö.S.] Şeytanın Sonu; 1886), Dieu Ö.S. Tanrı; 1891), La Leğende des Siecles'ı (Yüzyılların Efsanesi; 1859) ile şiir alanındaki çalışmalarını sürdürdü. 1862'de yayımlanan ve başyapıtı kabul edilen Les Miserables (Sefiller) ile büyük bir başarı kazandı ve roman çeşitli dillere çevrildi. Hugo'nun Fransa dışında da tanınmasını sağlayan Sefiller, Paris halkının destanı olarak kabul edilmektedir. Hugo sürgünden döndükten kısa bir süre sonra 1871'de Paris Komünü kuruldu. Komünün bastırılmasına karşı çıkan Hugo kısa bir süre sonra yeniden sürgüne gitti. 1874'te Çuatrevingt-treize (1793 Devrimi) yayımlandı. 1885'te ölen Hugo'nun cenazesi ulusal törenle kaldırıldı ve Pantheon'a gömüldü.
Diğer Önemli Eserleri
Şiirleri: Nouveües Odes (Yeni Odlar; 1824), Odes et baüades (Odlar ve Baladlar, 1826; genişletilmiş baskı,' 1828), Les Orientales (Doğulular; 1829), Les Chansons des rues et des bois (Sokak ve Orman Sarkılan; 1865), L'Art d'etre grand-pere (Büyük Baba Olma Sanatı; 1877), Les Quatre Vents de L'esprit (Usun Dört Rüzgârı; 1881), Toute la lyre (Ö.S. 1888, 2 dizi; 1893, 1 dizi; Bütün Lir), Les An-nees fimestes, 1852-1870 (Ö.S. Uğursuz Yıllar: 1852-1870; 1898) Roman: Bug-Jargal (1826), Les Travaiüeurs de la mer (Deniz İşçileri; 1866), L'Hom-tjıe qui rit (Gülen Adam; 1869). Manzum oyun: Le
-10-
Roi s'amuse (Kral Eğleniyor; 1832), Ruy Blas (1838), Les Burgraves (Derebeyler; 1843). Düzyazı oyun: Amy Robsart (1828), Lucrece Borgia (1833), Marie Tudor (1833) Angelo, tyran de Padoue (Pado-va Tiranı Angelo; 1835), Theâtre en liberte (Ö.S. Özgürlükte Tiyatro; 1886). Eleştiri yazısı: Litterature et philosophie melees (Karışık Edebiyat ve Felsefe; 1834), Wiüiam Shakespeare (1864). Siyasal yazı: Napoleon le peüt (1852; Küçük Napoleon), Histoire d'un erime (Bir Suç Öyküsü; 1877), Actes etparoles (4 Dizi; Eylemler ve Sözler), Avant L'exü (1841-51,
1. dizi; Sürgünden Önce), Pendant L'exil (1852-70,
2. dizi; Sürgün Boyunca), Depuis L'exüe (1870-85,
3. ve 4. dizi; Sürgünden Bu Yana). Gezi: Le Rhin (Ren; 1842), Alpes etPyrenees (Ö.S. Alpler ve Pire-neler; 1890), La France et la Belgique (Ö.S. Fransa ve Belçika; 1894), Choses vues (Ö.S. 1887-99, 2 cilt; Görülen Şeyler).
-11-
ÖNSÖZ
Ansiklopedik bilgilerden çıkardığımız kadarıyla Victor Hugo bir edebiyat uğraşının büyük bir kısmını romandan çok şiirlere ve sahne oyunlarına ayırmıştır. Üç kalın şiir kitabı yayımladıktan sonra yeniden düzyazıya dönerek yarım bıraktığı Sefiüefi tamamlamıştır. Sefiller yayımlandıktan kısa bir süre sonra Hugo'yu sadece Fransa içinde değil, yapılan çevirileriyle ülke dışında da hızla büyük bir üne kavuşturmuştur. Romanın konusu Paris'in yeraltı dünyasında geçmekte ve bir dedektif öyküsüne dayanmaktadır; roman aynı zamanda Paris halkının direnişini anlatan bir destandır. Bu sıkıştırılmış ansiklopedik bilgiler, bu ciltlere sığmayan romanın temelinde bir polisiye öykü yattığını, ama bir tür destan özelliği de taşıdığını söylüyor. Ayrıca onun "romantizmin en güçlü beyni" olarak nitelendiğini de öğreniyoruz.
İran asıllı bir doktor arkadaşım, başrolünü ünlü Fransız aktörü Jean Gabin'in oynadığı Sefiller filmini seyretmiş, ama adını bir türlü hatırlayamadığı ya da kendi kafasında bir tür kültürel çeviri yaptığı için, "ben çok acıklı bir film seyrettim" diye tutturmuştu. Sorunca da "Yazıklar" deyip duruyordu. "Yazıklar, Yazıklar." Sonunda Sefillefi kastettiğini anladık. Bu kavram, romanın özgün adına pek de uzak olmayan klasik Türkçe çeviri adı ile birleşince, bizi aslında biraz farklı bir boyuta taşıyor. "Les Miserables", muhtemel ki kendi kültürel coğrafyasında özgün çağrışımlar da yapıyor. "Sefil" (sefaletten), bizim dilimizde "yoksul" anlamına geldiği gibi, "her şeyi yapabilecek, kendisinden her türlü
-13-
kötülük beklenebilecek" kimse anlamını da içeriyor. "Sefil bir hayat" yokluk içindeki bir hayatsa, "yazıklar" da, tam da bu hayata yönelik duyguyu içermekle kalmıyor, bir "merhamet" duruşu, bir üzüntü duyma halini de ifade ediyor. Ancak kavramın neresinden tutup çekersek çekelim, kitabın adı, "sosyal" bir olay ile karşı karşıya bulunduğumuzu düşündürmeye yetiyor. Öyleyse, Sefiller'e girerken, haklı bir soru da bu ad çağrışımıyla birlikte karşımıza çıkıyor: Bu roman toplumsal sorunları işleyen, "gerçekçi" bir roman mıdır?

23 Kasım 2016 Çarşamba

ASLI ERDOĞAN




Aslı Erdoğan  fizikçi yazar.

1967 de istanbulda doğdu.

Türk edebiyatının eserlerini 90'lı yıllarda vermeye başlamış yeni kuşak kadın yazarlarındandır ve Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi'nde (CERN) görev yapan ilk Türk fizikçilerdendir.

Fizik doktorasını yarıda bırakarak edebiyatçılığı seçti; öykücü kimliği ile tanındı. Öykünün yanı sıra roman, şiirsel düzyazı, deneme alanında da eserler verdi; çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yaptı. Birçok ulusal ve uluslararası ödüle değer görülen Erdoğan'ın eserleri özellikle Avrupa ülkelerinde ilgi görmüş ve pek çok dile çevrilmiştir.[1 
İstanbul Amerikan Robert Lisesi'nin ardından Boğaziçi Üniversitesi'nde Bilgisayar Mühendisliği ve Fizik bölümlerini bitirdi. Aynı üniversitenin Fizik bölümünde yüksek lisans eğitimi aldı ve asistanlık yaptı.[3] 1991-1993 yıllarında Cenevre'de Avrupa Nükleer Merkezi'nde Higgs bozonu üzerine çalıştı.
Türkiye'ye döndükten sonra bir süre İstanbul'da Afrikalı göçmenlerle yaşadı.[4] Fizik doktorası yapmak üzere Rio de Janeiro'ya giden Erdoğan, iki yıl devam ettikten sonra doktora çalışmasını yarıda bırakarak yazarlığı seçti ve iki yıl daha Güney Amerika’da yaşadı.
1994'te ilk kitabı Kabuk Adam, 1996'da ilk öykü kitabı Mucizevi Mandarin yayımlandı. İsveç'te büyük yankılar uyandıran Mucizevi Mandarin, Mourakabi, Joyce Carol Oates ve Vaclav Havel ile birlikte yılın kitapları arasında yer aldı.[5] 1997'de Deutsche Welle'in düzenlediği yarışmada Tahta Kuşlar öyküsüyle birincilik ödülü aldı. Öykü, dokuz dile çevrildi.[6]
Erdoğan, 1998'de Türkiye'ye döndü ve ikinci romanı Kırmızı Pelerinli Kent'i yayınladı. Brezilya'ya giden bir Türk kızının Rio de Janeiro'da yabancılık çekmektense şehri keşfetmesini anlatan eser, özellikle İskandinav ülkelerinde ilgi gördü;[7] Norveç yayınevi Gylendal'ın “popüler olmayan ama edebiyatın omuriliğini oluşturacak kadar önemli eserler veren” yazarların yapıtlarına yer veren Marg (Omurilik) serisine girdi.[8]
1999-2000 yıllarında Radikal gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Köşe yazıları "Bir Delinin Güncesi" ve "Bir Kez Daha" adlı kitaplarında toplandı.
MEET bursunu kazanarak Fransa'ya St.Nazaire'deki Yabancı Yazarlar Evi'ne davet edildi.[9] Üzerinde çalıştığı "Hayatın Sessizliğinde" adlı şiirsel- düzyazı metni burada tamamladı. "Hayatın Sessizliğinde" metninin bir bölümü kitap haline getirilmeden önce Milano'da Piccolo Tiyatrosu'nda sahnelendi.[10] Ayrıca kitaptan bölümler, dans tiyatrosuna dönüştü.[11] Birçok okuma günü, bienal, festival ve toplantıya katılan Erdoğan, 2005 yılında Fransız edebiyat dergisi Lire tarafından "geleceğin 50 yazarı" arasında gösterildi.[12] Aynı yıl kitap olarak yayımlanan ve Erdoğan'ın yazarlığında bir dönüm noktası kabul edilen[1] Hayatın Sessizliğinde, Dünya Yayınları tarafından düzenlenen yılın kitabı ödülünü kazandı.
2010 yılında yayımlanan "Taş Bina ve Diğerleri" adlı kitapta işkenceyi anlattığı öyküleri bir araya getirdi.[13] Bu eseriyle Sait Faik Hikâye Armağanı'nı kazandı.[14]
2010-2011 yıllarında tekrar Radikal'de köşe yazarlığı yapan Erdoğan, Nisan 2011’de Özgür Gündem gazetesinde köşe yazarlığına başladı.
Literaturhaus ve Uluslararası PEN Kulübü'nün değerlendirmesiyle[15] 2012 "Zürih kent yazarı" seçildi ve altı aylık bir burs alarak kent üzerine yazıp okuma günlerine katılmak üzere Zürih'te yaşadı. 2013 yılında Norveç'te kadınların seçme ve seçilme hakkını elde edişinin 100. yılı adına konan "Sınırda Sözcükler Ödülü" (Ord i Grenseland Prisen)'ne layık görüldü.[16]
2016 yılında Özgür Gündem gazetesine yönelik yapılan soruşturmada silahlı terör örgütü üyeliği ve halkı kışkırtmak[17] iddiasıyla tutuklandı.[18] Tutukluluğu devam eden Erdoğan, İsveç Pen tarafından sürgünde, tehdit altında ya da cezaevinde bulunan bir yazar ya da gazeteciye verilen Tucholsky Ödülü'ne layık görüldü.[19]

22 Kasım 2016 Salı

Gülcan Altan - İç şarabı/ Ömer Hayyam

LEV NİKOLAVİYEÇ TOLSTOY

Türk ve Dünya Edebiyatındaki Yeri
Türk edebiyatının Tolstoy'la tanışması on dokuzuncu yüzyılın sonundadır. Yeni harflere gelinceye kadar epeyce bir kitabı yayımlanır. Bunlardan bilinebilen ilk kitap Madam Gülnar'ın çevirdiği Familya Saadeti adlı eseridir. 1891 tarihini taşıyan bu yapıtın aynı çevirmenle yeni harflerle basımı yapılmamıştır. Ancak M.E. Gözlü tarafından 1977 yılında Aile Mutluluğu adıyla yeniden yayımlanmıştır. Öte yandan Tolstoy'un edebiyata getirdiği iç gerçek Peyami Safa'dan Ahmet Hamdi Tanpınara Yusuf Atılgan dan Oğuz Atay a birçok romancımızı etkilemiştir.
Tolstoy'un Amaçsız sanat olmaz sanatın başlıca amacı da insanlar arasındaki ilişkilerin düzensiz yardım etmektir. Bu ilişkilerin düzelmesine kesinlikle yardım etmeyen bir şey varsa o da savaştır. Sonucu raslantıya dayandığı için savaş insanlık dışı insan yaradılışına aykırı bir şeydir der. Onun Kırım ve Sivastopol savaşlarına üsteğmen olarak katılışı ona engin bir deneyim sağlar. Bu birikimini yalınızca Rus edebiyatının değil, dünya edebiyatının da en büyük klasiklerinden biri olan Savaş ve Barış'ta kullanarak gösterir.
Tolstoy, Rusya nın aynası olur. Onun eserleri Çarlık Rusyası ndan Devrim Rusyası na ilerleyen süreci birçok yönüyle gözler önüne serer. Bu yalnızca dış gerçek açısından değil iç gerçek ya da bilinçaltı açısından da büyük önem taşır. Dahası bu yönüyle öncüdür.
Çağının en büyük romancısı olan Tolstoy, J.J. Rousseau gibi, insanların ahlakını bozan sanata düşmandı. Zorbalığa ve büyük mülkiyete karşıydı. Mülkiyet konusunda ailesiyle arası açıldı. Bunun için varını yoğunu köylülere dağıtırken, eserlerinin telif ücretinin dagıtılmasına sıra geldiğinde karısı buna engel olur.
Eserlerinden özellikle Anna Karenina ve Savaş ve Barış ın çok sayıda filmi ve sahne uyarlaması vardır. Turgenyev, Savaş ve Barış ın Fransızcasını dostu Fransız yazar Gustave Flaubert'e gönderir. Ondan gelen mektupta şunlar yazılıdır:
Bana Tolstoyun Savaş ve Barış ını okuma fırsatı verdiğiniz için size teşekkür ederim. Birinci sınıf! Ne sanatçı ve ne psikolog İlk iki kısım kusursuz ama üçüncü yokuş aşağı gidiyor. Bazı kısımlar ise Shakespeare düzeyinde. Okurken zevkten gözlerimden yaşlar aktığını hissettim üstelik bu çok da uzun sürdü. Evet güçlü Çok güçlü.
Türkçede de Yayımlanan Başlıca Eserleri
Acıklı Bir Sergüzeşt (Ahmed Salahaddin  (tarihsiz)
Adem i Müsavat (Ali Fuat 1343/ 1924)
Anna Karenina (Raif Necdet Kestelli Sadık Naci 4 cilt 1328/ 1910);
Hacı Murat (Y.R., 1329/ 1911)
Çocukluk (Rana Çakıröz 1945)
Gençlik (R. Çakıröz-Cengiz Ekinci 1947)
Çocukluk ve Gençlik Yılları (A. Ekeş 1970)
Familya Saadeti (Madam Gülnar 1309/1891)
Kazaklar (A.K. Akyüz 1937)
Sivastopol 1855 (Esat Nermi 1966 )
Savaş ve Barış (Harp ve Sulh adıyla, A.K. Akyüz 1938 Zeki Baştımar 4 cilt 1943-49 Vahdet Gültekin Samih Tiryakioğlu, 1958; Savaş ve Barış adıyla Leyla Soykut 4 cilt 1968-71 Cevat Çapan 1971 Ela Güntekin 1974 A. Tokatlı 4 cilt 1982 )
Anna Karenina (Bahadır Dülger 2 cilt 1949 A. Bekir Sıtkı 2 cilt 1959-60 Hasan Ediz 4 cilt 1968 Rasih Tınaz 1970 Ergin Altay 1970)
İvan İlyiç in Ölümü (Haydar Rifat Yorulmaz 1935 N.Y. Taluy 1945 Mehmet Özgül 1969 G. Suveren 1974)
Kreutzer Sonat (Ali Kamil Akyüz 1936 Nilhal Yalaza Taluy 1954 R. Tınaz 1972)
Serge Baba (Hüviyet Bekir Örs 1943)
Diriliş (E. Altay 1971 R. Tınaz 1970 N. Altınova 1982) 
Tolstoy Eserleri:
Romanları  / Çocukluk / İlk Gençlik / Gençlik / Sivastopol Serisi
/ Kazaklar / Savaş ve Barış / İnsan Nasıl Ölür? /İvan İlyiç'in Ölümü / Anna Karenina/ Kreutzer Sonat / Diriliş / Hacı Murat            
Serge Baba
Öyküleri
Toprak Ağasının Sabahı / Baskın/ Ormanın Kesimi
Notes of a Billiard Marker/ İki Süvari Subayı/Bir Karşılaşma
Tipi / Lucerne / Albert / Üç Ölüm/ Aile Saadeti
Polikuska/ The Decembrists/ Caucasus Mahkumu
İvan İlyiç'in Ölümü/ Holstomer/İnsanlar Arasında Boş Bir Konuşma
Usta ve Çırak/ Köyde Şarkı Söylemek/ Köyde Dört Gün
Yanlış Kupon /Oyun'dan Sonra/ Masalları/Fil ile Tilkiler
Masallar/Tolstoy'dan Masallar/Günlük ve Mektuplar
İlk hatıralar/İtiraflarım/Sevginin Talebi/Eğitim
Popüler Eğitim
Eğitim ve Öğretim Programları ve Danışmanlığın Tanımı
Bir Okuma Kitabı/Popüler Öğretim
Yeni Bir Okuma Kitabı/Din ve Ahlak
Doğmatik Teolojinin Eleştirisi/İncil'in Kısa Bir İzahı
The Four Gospels Unified and Translated
Church and State/Neye Güveniyorum?
Hayat
Sevgi Tanrısı ve Komşunun Biri
Timothy Bondareff
İnsanlar Niçin Sarhoş Olurlar?
On Non-Resistance
Birinci Adım (vejeteryanlık üzerine)
Tanrı'nın Hükümdarlığı Kendi İçimizdedir
Non-Activity
The Meaning of the Refusal of Military Service
Sebep ve Din
Din ve Erdem
Hıristiyanlık ve Vatanseverlik
Non-Resistance ( Ernest H. Crosby'e bir mektup)
Kutsal Kitab'ı nasıl Okumalıyız?
Kilise'nin Aldatmacası
Hıristiyan Öğretisi
İntihar
Öldürmeyeceksin
Aziz Sinot'a Yanıt
Sadece Savaş
Dinde Hoşgörü
Din Nedir?
Ortadoks Rahiplerine
Bilgeleri Düşünceleri (derleme)
Tek İhtiyacımız
Büyük Günah
A Cycle of Reading (derleme)
Adam Öldürme!
Birbirinizi Sevin
Gençliğin Savunması
Şiddetin Yasası ve Sevginin Yasası
Tek Emir
Her Gün İçin (derleme)
Sanat ve Edebiyat
Sanat Nedir?
Sanat ve Sanatsal Olmayan
Shakespeare ve Drama
Dr.Alice Stockham'ın Edward Carpenter Tarafından Yazılan "Modern Bilim Cevirisi"nin Önsözü
Orloff'un Albümü
Amiel
Guy de Maupassant Hikayelerinin Serbest Çevirileri
Bernardin de St. Pierre
Halk İçin Kısa Öğretici Hikaye ve Mektuplar
İnsan Neyle Yaşar
Sevgi Nerdeyse Tanrı da Ordadır
İki Yaşlı Adam
İhmal Edilen Bir Ateş Evi Yok Eder
Nicolas Stick (Çar 1.Nicolas )
Bir İnsana Fazla Mülkiyet Gerekir mi?
Ifias
Tanrı'nın Oğlu
Üç Münzevî Adam
Mum
Pişman Günahkâr
İlk Damıtıcı
Aptal İvan
Boş Davul
Işıkla Birlikte Işıkta Yürümek
Üç Mesel
Esarheddon
Üç Soru
Cehenneme Dönüş
Çalışmak, Ölmek ve Hastalanmak
Bir Dua
Meyveler
Korney Vasilyeff
Niçin?
İlahiyatçı ve İnsan
Bir Köylüye Bilimsel Bir Mektup
Sosyal ve Siyasi Denemeler
Moskova'nın Nüfus Sayımı (1882'de)
M. A. Engelhardt'a Mektup
Halde Ne Yapmalıyız?
Kadınlar
El Emeği
Zihinsel Hareketlilik ve El Emeği
Kültür Şöleni (Moskova Üniversitesinin Yıldönümü'ne)
Bir Devrimci'ye Mektup
Açlık (rapor ve mektuplar)
Utandır! (bedensel cezaya karşı)
Vatanseverlik ve Barış
Liberallere
Bakanlara
Sonun Başlangıcı
Terfi Ettirilmemiş Bir Görevliye Mektup
Hague Barış Konferansı
İki Savaş
Suçlu Kim?
Carthago Delenda Est
Zamanımızın Köleliği
Çıkış Nerede?
Vatanseverlik ve Hükümet
Gerçekten Zorunlumu?
Çar'a ve Yardakçılarına
Çağın Yaklaşan Sonu
Askerlik Hatıraları
Memurluk Hatıraları
İşçi Sınıfı Problemi
Çar'a Mektup
İşçi Sınıfına
Politikacılara
Sosyal Reformlara
Pietro Mazzini'ye Mektup
Kendinizi Hatırlayın
Rus Devrimi
İşçi Sınıfı Nasıl Özgür Kılınabilir?
Büyük Bir Adaletsizlik
Rusya'da Sosyal Hareket
Çağın Sonu
Halkın Savunması
Askerlik Hizmeti
Rus Devrimi'nin Anlamı
Ne Yapılmalı?
Hükümetin, Devrimcilerin ve Halkın Bir Savunması
Mülkiyet Sorununun Tek Çözümü
Susamam
Molochnikoff'un Tutuklanmasıyla İlgili
Bosna ve Herzegovina'nın İlhakı
Kaçınılmaz Devrim
Stockholm Barış Konferansı'na Bir Adres
Faydalı Bir çare
Oyunlar
Karanlığın Gücü (dram)
Aydınlanmanın Meyveleri (komedi)
Ceset (tamamlanmamış dram)

ÖMER HAYYAM



 Gıyaseddin Eb'ul Feth Ömer İbni İbrahim el-Hayyam veya Ömer Hayyam (Farsça: عمر خیام)(d. 18 Mayıs 1048 - ö. 4 Aralık 1131) İranlı şâir, filozof, matematikçi ve astronom.[1]
Hayyam, Nişabur doğumludur. Yaşadığı dönemin ünlü veziri Nizamül-Mülk ve Hasan Sabbah ile aynı medresede zamanın ünlü alimi Muvaffakeddin Abdüllatif ibn el Lübad'dan eğitim görmüş ve hayatı boyunca her ikisi ile de ilişkisini kesmemiştir. Bazı kaynaklar; Hasan Sabbah'ın Rey kentinden olduğu Nizamül-Mülk'ün de yaşça Ömer Hayyam ve Hasan Sabbah'tan büyük olduğunu ve böylece aynı medresede eğitim görmediklerini belirtmektedir. Yine de Ömer Hayyam, Hasan Sabbah ve Nizamül-Mülk'ün ilişki içinde olduklarını inkar etmemektedir. (Kaynak: Semerkant-Amin Maalouf Amin Maalouf'un bu kitabında Hasan Sabbah ve Nizamül-Mülk ile Ömer Hayyam'ın ilişkisini ve hikâyelerini kurgulamış olabileceği de düşünülmelidir. Hayyam'ın kendi dilinden yazılı böyle bir açıklaması yoktur.)
Ömer Hayyam, birçok bilim insanınca Bâtınî ve Mu'tezile anlayışlarına dâhil görülür. Evreni anlamak için, içinde yetiştiği İslam kültüründeki hâkim anlayıştan ayrılmış, kendi içinde yaptığı akıl yürütmeleri eşine az rastlanır bir edebi başarı ile dörtlükler halinde dışa aktarmıştır.
Çadırcı anlamına gelen "Hayyam" takma adını babasının çadırcılık yapmasından almıştır. Ayrıca İstanbul'un Beyoğlu ilçesinde bir semte adını da vermiştir. Tarlabaşı bulvarında Sakızağacı ışıklardan başlayıp, Tepebaşı'na kadar inen caddenin adıdır. Hayyam aynı zamanda çok iyi bir matematikçiydi. Üçüncü dereceden bilinmeyen denklemlerle ilgili yazdığı bir eserinde bilinmeyen rakamın yerine Arapça'da "şey" anlamına gelen kelimeyi kullanmıştır. Daha sonra bu eseri diğer dillere çevrilirken İspanyolcaya "Xay" olarak geçmiştir. Daha sonra bu kelime ilk harfine indirgenerek bilinmeyen rakamın simgesi "x" olarak kullanılmaya başlamıştır. Binom Açılımını ilk kullanan bilim insanıdır. Hayyam, genelde şiirlerindeki eğlence düşkünlüğünün belirgin olmasından dolayı Rubaileri ile ünlenmiştir.
Geçmişte yaşamış birçok ünlünün aksine Ömer Hayyam'ın doğum tarihi günü gününe bilinmektedir. Bunun sebebi, Ömer Hayyam'ın birçok konuda olduğu gibi takvim konusunda da uzman olması ve kendi doğum tarihini araştırıp tam olarak bulmasıdır.
Rubaîlerinde; dünya, var oluş, Allah, devlet ve toplumsal örgütlenme biçimleri gibi hayata ve insana ilişkin konularda özgürce ve sınır tanımaz bir şekilde akıl yürüttüğü görülmektedir. Akıl yürütürken ne içinde yaşadığı toplumun ne de daha öncesi zamanlarda yaşamış toplumların kabul ettiği hiçbir kurala bağlı kalmamış, kendinden önce yaşayanların insan aklına koymuş olduğu sınırları kabullenmemiş, bir anlamda dünyayı, insanı, var oluşu kendi aklıyla baştan tanımlamış; bu nedenle de çağını aşarak "evrenselliğe" ulaşmıştır. Ancak unutmamak gerekir ki Hayyam'ın yaşadığı dönem, kendisi gibi çağları aşan ve tarihin gördüğü en büyük düşünürlerden birini yaratacak sosyo-kültürel altyapıya sahipti. Kendi tarihinin belki de en aydınlık dönemlerini yaşayan İslam dünyasında felsefenin hak ettiği ilgiyi gördüğü, Selçuklu saraylarında ise sentez bir Orta Doğu kültürü (Türk-Hint-Arap-Çin-Bizans) oluşmaya başladığı bir dönemde yaşayan düşünür, böylece nispeten yansız ve bilimsel bir öğrenim görmüş, Felsefeyi günah saymayan bir toplum içinde özgürce felsefe ile ilgilenebilmiştir.
Hayyam, aynı zamanda dünya bilim tarihi için de önemli bir yerdedir.Günümüzde kullanılan Miladi ve Hicri Takvimlerden çok daha hassas olan Celali Takvimi'ni hazırlamıştır. Okullarda Pascal Üçgeni Fransız matematikçi Blaise Pascal'ın soyadıyla olarak öğretilen matematik kavramı aslında Ömer Hayyam tarafından oluşturulmuştur. Matematik, astronomi konularında dünyanın önde gelen bilim insanlarındandır. Birçok bilimsel çalışması olduğu bilinmektedir.
Ömer Hayyam'ın mezarı, Nişapur, İran.
Pek çok Rubai ünü sebebiyle Hayyam'ınkilerine karıştırılmıştır, bilinen kadarıyla Rûbailerinin sayısı 158'dir. Fakat kendisine mâl edilenler binin üzerindedir.
Ayrıca Ömer Hayyam için tarihteki ilk bilinen savaş karşıtı eylemci yakıştırması da yapılmaktadır.
Rubailerinin Türkçeye çevirisi farklı birçok çevirmen tarafından yapılmışsa da rubaileri Türk halkına sevdiren çeviri Sabahattin Eyüboğlu tarafından yapılmıştır.


21 Kasım 2016 Pazartesi

FYODOR MİHAYLOVİÇ DOSTOYEVSKİ

Dostoyevski / Beyaz Geceler



Nerede hayallerin Ne yaptın bunca yılı En iyi zamanlarını nereye sakladın Yaşadın mı yaşamadın mı Baksana yeryüzü nasıl soğuyor. Daha yıllar geçecek ve peşinden kasvetli yalnızlık gelecek bastonlu titrek yaşlılık gelecek peşinden de sıkıntı ve bunaltı. Fantastik dünyan ağaracak donacak hayallerin kaybolacak ve ağaçlardan düşen sarı yapraklar gibi dökülecek...






18 Kasım 2016 Cuma

OĞUZ ATAY

TUTUNAMAYANYALAR



Tutunamayanlar Oğuz Atay ın ilk romanıdır. 1970 yılında TRT Roman Ödülü'nü kazanmıştır.

Çoğu yazar ve okuyucuya göre modern Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biridir. Kullanılan dil ve anlatım şekli itibariyle edebiyatta bir devrim olarak kabul edilmektedir. Kitap belirli bir olayı sergilemekten çok izlenimler çağrışımlar taşlamalar ayrıntılar ve ruhsal çözümlemelerden oluşur. Berna Moran bu kitabı hem içerik hem de biçimsel özellikleri bakımından Türk edebiyattında yepyeni bir evre olarak değerlendirmekte Jale Parla ise Don Kişot tan Günümüze Roman adlı çalışmasında modern ve postmodern roman bağlamında Atay ın ve Tutunamayanların yerini belirtmektedir.

Selim Işık ın intihar ettiğini öğrenen Turgut Özben ihmal ettiğini düşündüğü arkadaşının geçmişinin izini sürmeye ve Selim in tanıdığı insanlar aracılığıyla onu tanımaya çalışır. Her insana farklı bir yönünü gösteren Selim in görüntüsü Turgut un bu insanlarla konuşması sonucu okuyucunun ve Turgut un gözünde netlik kazanacaktır. Romanda birçok kişi vardır ama her biri aslında Selim in hayatındaki kişilerdir ve tüm anlatılanlar Selim Işık ı aydınlatır. Selim Işık düşünen ve sorgulayan insan ın simgesidir ve bu yüzden tutunamamış tır.

17 Kasım 2016 Perşembe

Gölgem

                     SEVGİLERDE YAŞLANIRMIŞ                                                                           
Hayat ismini verdikleri bu maratonda takatimin tükendiğini sandığım, kendimi bile unuttuğum bir zamanda çıkıverdi karşıma,
Tazeliği heyecanı küçücük yüreğinde taşıdığı kocaman sevgisi ile içimi ısıttı ağustos sıcağında bana bile fark ettirmeden sancılı oldu gerçi bu sevdanın doğumu üzdüm onu başlarda biliyorum umarsızca bıraktım hayatın akışına sonra rayına oturdu birbirimizin ellerini tutmayı öğrendik sıkmadan ama bırakmadan da sonra ne oldu nasıl oldu ne zaman oldu nerede o meçhul sevgili işte nedense oldu yok oldu kalmadı içinde aşk gözlerinde gördüm bunu gerçi son günlerde hissettiriyordu davranışları ile gönül örtüsünü örtmek istiyor görmezden gelmek istiyor nedense bilinen sonu uzatmak istiyor başlıkta da dediğim gibi yaşlanırmış aşklar zamanla mutluluk seninle olsun diyip gitmek lazım usulca.
                       YÜREĞİME İYİ BAK
                                  Gölgem

16 Kasım 2016 Çarşamba

NAZIM HİKMET RAN


                                                                 PİRAYE ŞİİR




Kitap okurum: içinde sen varsın.
şarkı dinlerim içinde sen.
Oturdum ekmeğimi yerim:
karşımda sen oturursun.
çalışırım karşımda sen
karşımda sen :
Sen ki her yerde hazırı nazır ımısın
konuşamayız seninle.
duyamayız sesini birbirimizin :
sen benim sekiz yıldır dul karımsın...
          






                             
          
                                                   
         
                         

15 Kasım 2016 Salı

SABAHATTİN ALİ

                              Kürk Mantolu Madonna

Şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde
belki en büyük tesiri yapmıştır. Aradan aylar geçtiği halde bir türlü bu
tesirden kurtulamadım. Ne zaman kendimle baş başa kalsam, Raif
efendinin saf yüzü, biraz dünyadan uzak, buna rağmen bir insana
tesadüf ettikleri zaman tebessüm etmek etmek isteyen bakışları
gözlerimin önünde canlanıyor. Halbuki o hiç de fevkalade bir adam
değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün
etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan
biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana
merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri
gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız: "Acaba bunlar
neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet
bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?" Fakat
bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız; onların da birer
kafaları, bunun içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkûm
birer dimağları bulunduğunu, bunun neticesi olarak kendilerine göre
bir iç âlemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. Bu âlemin
tezahürlerini dışarı vermediklerine bakıp onların manen
yaşamadıklarına hükmedecek yerde, en basit bir beşer tecessüsü ile, bu
meçhul âlemi merak etsek, belki hiç ummadığımız şeyler görmemiz,
beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur. Fakat
insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri
araştırmayı tercih ediyorlar. Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir
kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu
hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan
bulmaktan daha kolaydır. Benim de Raif efendiyi daha yakından
tanımam sadece bir tesadüf eseridir.

Bir bankadaki küçük memuriyetimden çıkarıldıktan sonra -neden
çıkarıldığımı hâlâ bilemiyorum, bana sadece tasarruf için dediler, fakat
haftasına yerime adam aldılar- Ankara'da uzun müddet iş aradım. Beş
on kuruş param, yaz aylarını sürünmeden geçirmemi temin etti, fakat
yaklaşan kış, arkadaş odalarında, sedir üzerinde yatmanın sonu
gelmesini icap ettiriyordu. Bir hafta sonra bitecek olan lokanta
karnesini yenileyecek kadar bile param kalmamıştı. Sonu
çıkmayacağını bile bile girdiğim birçok kabul imtihanlarının hakikaten
sonu çıkmayınca nedense gene üzülüyor; arkadaşlardan habersiz
olarak, tezgâhtarlık için müracaat ettiğim mağazalardan ret cevabı
alınca yeis içinde gece yarılarına kadar dolaşıyordum. Birkaç tanıdık
tarafından ara sıra davet edildiğim içki sofralarında dahi vaziyetimin
ümitsizliğini unutamıyordum. İşin garibi, sıkıntımın arttığı ve
ihtiyaçlarımın beni bugünden yarma çıkarması bile imkânsız hale
geldiği nispette, benim de çekingenliğim, mahcupluğum artıyordu.
Evvelce bana iş bulmaları için müracaat ettiğim ve hiç de fena
muamele görmediğim bazı tanıdıklara sokakta rastladığım zaman
başımı önüme eğip hızla geçiyordum; evvelce bana yemek
yedirmelerini serbestçe rica ettiğim ve sıkılmadan ödünç para aldığım
arkadaşlarıma karşı bile değişmiştim. "Vaziyetin nasıl?" diye
sordukları zaman, acemi bir gülümseme ile: "Fena değil... Tek tük
muvakkat* işler buluyorum!" diye cevap veriyor ve hemen
kaçıyordum. İnsanlara ne kadar çok muhtaç olursam onlardan kaçmak
ihtiyacım da o kadar artıyordu.
Bir gün, akşamüstü, istasyonla Sergievi arasındaki tenha yolda ağır
ağır yürüyor, Ankara'nın harikulade sonbaharını doya doya içime
çekerek ruhumda nikbin** bir hava yaratmak istiyordum. Halkevinin
camlarından aksederek beyaz mermer binayı kan rengi deliklere boğan
güneş, akasya ağaçlarının ve çam fidanlarının üzerinde yükselen ve
buğu mudur, toz mudur, ne olduğu belli olmayan duman, herhangi bir
inşaattan dönen ve parça parça elbiselerinin içinde sessiz ve biraz kam*
Geçici. ** iyimser.

bur yürüyen ameleler, üstünde yer yer otomobil lastiği izleri uzanan
asfalt... Bunların hepsi mevcudiyetlerinden memnun görünüyorlardı.
Her şey, her şeyi olduğu gibi kabul etmekteydi. Şu halde bana da
yapacak başka bir şey kalmıyordu. Tam bu
sırada yanımdan hızla bir otomobil geçti. Başımı çevirip baktığım
zaman camın arkasındaki çehreyi tanıdığımı zannettim. Nitekim araba
beş on adım gittikten sonra durdu, kapısı açıldı;
mektep arkadaşlarımdan Hamdi, başını uzatmış, beni çağırıyordu.
Sokuldum.
"Nereye gidiyorsun?" diye sordu. "Hiç, geziniyorum!" "Gel, bize
gidelim!"
Cevabımı beklemeden bana yanında yer açtı. Yolda anlattığına göre,
çalıştığı şirketin bazı fabrikalarını dolaşmaktan geliyordu:
"Geleceğimi eve telgrafla bildirmiştim, herhalde hazırlık yapmışlardır.
Yoksa seni davet etmeye cesaret edemezdim!" dedi.
Güldüm.
Sık sık görüştüğüm Hamdi'yi, bankadan ayrıldığımdan beri
görmemiştim. Makine vesaire komisyonculuğu yapan, aynı zamanda
orman ve kereste işleriyle uğraşan bir şirkette müdür muavini olduğunu
ve oldukça iyi bir para aldığını biliyordum. İşsiz zamanımda kendisine
müracaat etmeyişim de hemen hemen bunun içindi: İş bulmasını rica
etmeye değil de, para yardımı yapmasını istemeye geldim zanneder
diye çekinmiştim. "Hep bankada mısın?" diye sordu. "Hayır,
ayrıldım!" dedim. Hayret etti: "Nereye girdin?" İstemeye istemeye
cevap verdim: "Açıktayım!"
Beni baştan aşağı bir süzdü, kılık kıyafetime baktı, evine
davet ettiğine pişman olmamış olmalı ki, elini dostça bir tebessümle
omzuma vurarak:

"Bu akşam konuşup bir çare buluruz, aldırma!" dedi.
Halinden memnun ve kendinden emin görünüyordu. Demek artık
tanıdıklara yardım lüksünü bile yapacak hale gelmişti. Gıpta ettim.
Küçük, fakat şirin bir evde oturuyordu. Biraz çirkin, fakat
cana yakın bir karısı vardı. Hiç çekinmeden yanımda öpüştüler. Hamdi
beni yalnız bırakarak yıkanmaya gitti.
Beni karısına tanıtmadığı için, ne yapacağımı bilmeden, misafir
odasının ortasında dikilip kaldım. Karısı da kapının yanında duruyor ve
belli etmeden beni süzüyordu. Bir müddet düşündü. Galiba zihninden
"Buyurun, oturun!" demek geçti. Fakat sonra buna lüzum görmeyerek
yavaşça dışarı süzüldü.
Her zaman ihmalkâr olmayan, hatta bu gibi kaidelere fazlaca dikkat
eden ve hayattaki muvaffakiyetinin bir kısmını da bu dikkatine borçlu
olan Hamdi' nin beni böyle ortada bırakı-vermesinin sebebini
düşündüm. Mühimce mevkilere geçen adamların esaslı âdetlerinden
biri de galiba eski -ve kendilerinden geri kalmış- arkadaşlarına karşı
gösterdikleri bu biraz da şuurlu dalgınlıktı. Sonra, o zamana kadar "siz"
diye hitap ettikleri dostlarına birdenbire ahbapça "sen" diyecek kadar
alçakgönüllü ve babacan oluvermek, karşısındakinin sözünü yarıda
kesip rastgele manasız bir şey sormak ve bunu gayet tabii olarak, hatta
çok kere şefkat ve merhamet dolu bir tebessümle birlikte yapmak...
Bütün bunlarla son günlerde o kadar çok karşılaşmıştım ki, Hamdi'ye
kızmak ve gücenmek aklıma bile gelmedi. Sadece, kalkıp, kimseye
haber vermeden gitmeyi ve bu sıkıntılı vaziyetten kurtulmayı
düşündüm. Fakat bu sırada beyaz önlüklü, başörtülü, yaşlı bir köylü
kadın, yamalı siyah ço-raplarıyla, hiç ses çıkarmadan kahve getirdi.
Üzeri sırma çiçekli lacivert koltuklardan birine oturdum, etrafıma
baktım. Duvarlarda aile ve artist fotoğrafları, kenarda, hanıma ait
olduğu anlaşılan bir kitap rafında, yirmi beş kuruşluk birkaç romanla
moda mecmuaları vardı. Bir sigara iskemlesinin altına dizilmiş
bulunan birkaç albüm, misafirler tarafından bir hayli hırpalanmışa
benziyordu. Ne yapacağımı bilmediğim için onlardan birini aldım,
daha açmadan Hamdi kapıda göründü. Bir eliyle ıs-

lak saçlarını tarıyor, ötekiyle açık yakalı beyaz frenk gömleğinin
düğmelerini ilikliyordu.
"E, nasılsın bakalım, anlat!" diye sordu. "Hiç!... Söyledim ya!."
Bana rast geldiğinden memnun görünüyordu. İhtimal,
eriştiği mertebeleri gösterebildiğine, yahut da, benim halimi
düşünerek, benim gibi olmadığına seviniyordu. Nedense, hayatta bir
müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini,
herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi
başımızdan savmış gibi ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de
gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet
göstermek isteriz. Hamdi de bana aynı hislerle hitap eder gibiydi:
"Yazı filan yazıyor musun?" dedi.
"Ara sıra... Şiir, hikâye!"
"Bir faydası oluyor mu bari?"
Gene güldüm. O "Bırak böyle şeyleri canım!" diyerek pratik hayatın
muvaffakiyetlerinden, edebiyat gibi boş şeylerin mektep sıralarından
sonra ancak zararlı olabileceğinden bahsetti. Kendisine cevap
verilebileceğini, münakaşa edilebileceğini asla aklına getirmeden,
küçük bir çocuğa nasihat verir gibi konuşuyor ve bu cesareti hayattaki
muvaffakiyetinden aldığını tavırlarıyla göstermekten de hiç
çekinmiyordu. Yüzümde, pek ahmakça olduğunu adamakıllı
hissettiğim bir gülümseme ile hayran hayran ona bakıyor ve bu halimle
kendisine daha çok cesaret veriyordum.
"Yarın sabah bana uğra" diyordu. "Bakalım, bir şeyler düşünürüz. Sen
zeki çocuksundur, bilirim; pek çalışkan değildin ama, bunun
ehemmiyeti yok. Hayat ve zaruretler insana birçok şeyler öğretir...
Unutma... Erkenden gel, beni gör!"
Bunları söylerken mektepte kendisinin de ileri gelen tembellerden
olduğunu tamamen unutmuşa benziyordu. Yahut da, bunu burada
yüzüne vuramayacağımdan emin olduğu için
pervazsızca konuşuyordu.
Yerinden kalkar gibi bir hareket yaptı, hemen doğruldum ve elimi
uzatarak:

"Bana müsaade!" dedim.
"Neden canım, daha erken... Ama sen bilirsin!"
Beni yemeğe çağırdığını unutmuştum. Bu anda hatırladım.
Fakat o tamamen unutmuş görünüyordu. Kapıya kadar geldim.
Şapkamı alırken:
"Hanımefendiye hürmetler!" dedim.
"Olur, olur, sen yarın bana uğra! Üzülme canım!" diyerek sırtımı
okşadı.
Dışarı çıktığım zaman ortalık adamakıllı kararmış, sokak lambaları
yanmıştı. Derin bir nefes aldım. Hava, biraz tozla karışık da olsa, bana
fevkalade temiz ve ferahlatıcı geldi. Ağır ağır yürüdüm.
Ertesi gün, öğleye doğru Hamdi'nin şirketine gittim. Halbuki dün
akşam evinden çıktığım sırada buna hiç niyetim yoktu. Zaten sarih* bir
vâitte de bulunmamıştı. "Bakalım, bir şey düşünürüz, bir şey yaparız!"
gibi her müracaat ettiğim hayır sahibinden dinlemeye alıştığım beylik
sözlerle beni uğurlamış-tı. Buna rağmen gittim. İçimde bir ümitten
ziyade, nedense, kendimi tezlil edilmiş** görmek arzusu vardı. Adeta
nefsime: "Dün akşam ses çıkarmadan dinledin ve onun sana karşı
velinimet tavrı takınmasına razı oldun ya, haydi bakalım, bunu sonuna
kadar götürmeli, sen buna layıksın!" demek istiyordum.
Hademe beni evvela küçük bir odaya alıp bekletti. Ham-di'nin yanına
girdiğim zaman yüzümde gene o dünkü ahmakça tebessümün
bulunduğunu hissettim ve kendime daha çok kızdım.
Hamdi önünde serili duran bir sürü kâğıt ve içeri girip çıkan bir sürü
memurla meşguldü. Bana başıyla bir iskemle gösterdi ve işine
bakmakta devam etti. Elini sıkmaya cesaret edemeden iskemleye
iliştim. Şimdi onun karşısında hakikaten amirim, hatta velinimetimmiş
gibi bir şaşkınlık duyuyor ve bu kadar alçalan benliğime bu muameleyi
cidden layık görüyordum.
Dün akşam beni yolda otomobiline alan mektep arkadaşımla,
* Açık, belirgin. ** Hakarete uğramış.

on iki saatten biraz fazla bir zaman içinde, aramızda ne kadar büyük bir
mesele hâsıl olmuştu! insanlar arasındaki münasebetleri tanzim eden
amiller ne kadar gülünç, ne kadar dıştan, ne kadar boş ve bilhassa asıl
insanlıkla ne kadar az alakası olan şeylerdi..
Dün akşamdan beri ne Hamdi, ne de ben hakikatte değişmiş değildik;
neysek gene oyduk; buna rağmen onun bana dair,
benim ona dair öğrendiğimiz bazı şeyler, bazı küçük ve teferruata ait
şeyler bizi ayrı istikametlere alıp götürmüşlerdi... İşin asıl garip tarafı,
ikimiz de bu değişikliği olduğu gibi kabul ediyor ve tabii buluyorduk.
Benim kızgınlığım Hamdi'ye değil, kendime de değil, sadece burada
bulunuşumaydı.
Odanın tenhalaştığı bir anda arkadaşım başını kaldırarak: "Sana bir iş
buldum!" dedi. Sonra, yüzüme o cesur ve manalı gözlerini dikerek
ilave etti: "Yani bir iş icat ettim. Yorucu bir şey değil. Bazı bankalarda
ve bilhassa kendi bankamızda işlerimizi takip edeceksin... Adeta
şirketle bankalar arasında irtibat memuru gibi bir şey... Boş
zamanlarında içeride oturur, kendi işlerine bakarsın... İstediğin kadar
şiir yaz... Ben müdürle konuştum, tayinini yapacağız... Fakat sana
şimdilik pek fazla veremeyeceğiz: Kırk elli lira... İleride tabii artar.
Hadi bakalım!.. Muvaffakiyetler!"
Koltuğundan kalkmadan elini uzattı. Sokuldum ve teşekkür ettim.
Yüzünde, bana iyilik ettiği için, samimi bir memnuniyet vardı. Onun
aslında hiç de fena bir insan olmadığını, yalnız mevkiinin icaplarını
yaptığını ve bunun da belki hakikaten lüzumlu olabileceğini
düşündüm. Fakat dışarı çıkınca koridorda bir müddet durakladım ve
bana tarif ettiği odaya gitmekle burayı bırakıp çıkmak arasında bir
hayli tereddüt ettim. Sonra ağır ağır, başım önümde, birkaç adım
yürüyerek ilk rast geldiğim hademeye mütercim Raif efendinin odasını
sordum. Adam eliyle gayri muayyen bir kapıyı gösterdi ve geçti.
Tekrar durdum. Niçin bırakıp gidemiyordum? Kırk lira aylığı mı feda
edemiyordum? Yoksa Hamdi'ye karşı ayıp bir harekette bulunmuş
olmaktan mı çekmiyordum? Hayır! Aylardan beri süren işsizlik,
buradan çıkınca nereye gideceğimi, nerede iş arayacağı-

mı bilmemek... Ve artık tamamıyla pençesine düşmüş olduğum bir
cesaretsizlik... İşte beni o loş koridorda tutan ve oradan geçecek olan
diğer hademeyi beklemeye sevk eden bunlardı.
Nihayet rastgele bir kapıyı araladım ve içeride Raif efendiyi gördüm.
Onu evvelden tanımıyordum. Buna rağmen, masasının başına eğilmiş
gördüğüm bu adamın başkası olamayacağını derhal hissettim.
Sonradan bu kanaatin nereden geldiğini
düşündüm. Hamdi bana: "Bizim Almanca mütercimi Raif efen-; dinin
odasına senin için bir masa koydurdum, kendisi sessiz sedasız, allahlık
bir adamdır, kimseye zararı dokunmaz" demişti. Sonra herkese bay,
bayan denildiği bu sıralarda ondan hâlâ efendi diye bahsediyordu.
İhtimal bu tariflerin kafamda yarattığı hayal orada gördüğüm kır saçlı,
bağa gözlüklü, tıraşı uzamış adama pek benzediği için hiç çekinmeden
içeri girmiş, başını kaldırıp dalgın gözlerle bana bakan zata:
"Raif efendi sizsiniz, değil mi?" diye sormuştum.
Karşımdaki bir müddet beni süzdü. Sonra hafif ve adeta korkak bir
sesle:
"Evet, benim! Siz de galiba bize gelen memursunuz. Biraz evvel
masanızı hazırladılar. Buyurunuz, hoş geldiniz!" dedi.
İskemleye geçip oturdum. Masanın üzerindeki soluk mürekkep
lekelerini, çizgileri seyretmeye başladım. Bir yabancı ile karşı karşıya
oturulduğu zaman âdet olduğu üzere oda arkadaşımı gizliden gizliye
tetkik etmek, kaçamak bakışlarla hakkında ilk -ve tabii yanlışkanaatler
edinmek istiyordum. Fakat onun bu arzuyu hiç
hissetmediğini ve başını tekrar önündeki işe eğerek ben odada
yokmuşum gibi meşgul olduğunu gördüm.
Öğleye kadar bu hal devam etti. Ben artık gözlerimi pervasızca
karşımdakine dikmiştim. Kısa kesilmiş saçlarının tepesi açılmaya
başlamıştı. Küçük kulaklarının altından gerdanına doğru birçok
kırışıklar uzanıyordu. Uzun ve ince parmaklı ellerini önündeki kâğıtlar
arasında gezdiriyor ve sıkıntı çekmeden tercüme yapıyordu. Ara sıra,
bulamadığı bir kelimeyi düşünür
gibi gözlerini kaldırıyor ve bakışlarımız karşılaşınca yüzünde
gülümsemeye benzer bir hareket oluyordu. Yandan ve tepeden bakınca
hayli yaşlı göründüğü halde çehresinin, hele böyle gü-

lüşme anlarında, insana hayret verecek kadar saf ve çocukça bir ifadesi
vardı. Sarı ve altları kırpılmış bıyıkları bu ifadeyi daha çok
kuvvetlendiriyordu.
Öğle üzeri yemeğe giderken, onun yerinden kımıldanmadığını,
masasının gözlerinden birini açarak önüne kâğıda sarılmış bir ekmek
ve bir küçük sefertası gözü çıkardığını gördüm.
"Afiyet olsun!" diyerek odayı terk ettim.
Günlerce aynı odada karşı karşıya oturduğumuz halde hemen hemen
hiçbir şey konuşmadık. Başka servislerdeki memurlardan birçoğuyla
tanışmış, hatta akşamüzeri beraber çıkarak bir kahvede tavla oynamaya
bile başlamıştık. Bunlardan öğrendiğime göre, Raif efendi
müessesenin en eski memurla-rındandı. Daha bu şirket kurulmadan
evvel, şimdi bizim bağlı olduğumuz bankanın mütercimiymiş, oraya ne
zaman geldiğini kimse hatırlamıyordu. Başında oldukça kalabalık bir
aile bulunduğu, aldığı ücretle ancak geçinebildiği söyleniyordu. Bu
arada kıdemli olduğu halde, şuna buna bol bol para savuran şirketin,
onun ücretini neden artırmadığını sorunca, genç memurlar gülerek:
"Hımbılın biridir de ondan. Doğru dürüst lisan bildiği bile şüpheli!"
diyorlardı. Halbuki Almancayı gayet iyi bildiğini ve yaptığı
tercümelerin pek doğru ve güzel olduğunu sonradan öğrendim.
Yugoslavya'nın Susak limanı üzerinden gelecek dişbudak ve köknar
kerestelerinin evsafına veya travers delme makinelerinin işleme tarzına
ve yedek parçalarına dair bir mektubu kolayca tercüme ediyor,
Türkçeden Almanca-ya çevirdiği şartname ve mukavelenameleri şirket
müdürü hiç tereddüt etmeden yerlerine yolluyordu. Boş kaldığı
zamanlarda masanın gözünü açıp, oradan dışarıya çıkarmadan, dalgın
dalgın kitap okuduğunu görmüş ve bir gün: "Nedir o, Raif bey?" diye
sormuştum. Sanki bir kabahat yaparken yakalamışım gibi kızarmış,
kekeleyerek: "Hiç... Almanca bir roman!" demiş ve hemen çekmeyi
kapatmıştı. Buna rağmen şirkette hiç kimse onun bir ecnebi dili
bileceğine ihtimal vermiyordu. Belki
de hakları vardı, çünkü hal ve tavrında hiç de lisan bilen bir insan kılığı
yoktu. Konuşurken ağzından yabancı bir kelime çıktı-C,ı, herhangi bir
zaman dil bildiğinden bahsettiği duyulmamış;

elinde veya cebinde ecnebi gazete ve mecmuaları görülmemişti.
Hulasa, bütün varlıklarıyla: "Biz Frenkçe biliriz!" diye haykıran
insanlara benzer bir tarafı yoktu. Bilgisine dayanarak maaşının
artırılmasını istemeyişi, başka ve bol ücretli işler aramayı-şı da,
hakkındaki bu kanaati kuvvetlendiriyordu.
Sabahları tam vaktinde geliyor, öğle yemeğini odasında yiyor,
akşamları, ufak tefek alışverişlerini yaptıktan sonra hemen evine
gidiyordu. Birkaç kere teklif ettiğim halde kahveye gelmeye razı
olmadı. "Evde beklerler!" dedi. Mesut bir aile babası, diye düşündüm,
bir an evvel çoluğuna, çocuğuna kavuşmaya can atıyor. Sonradan hiç
de böyle olmadığını gördüm, fakat bunlardan daha ileride
bahsedeceğim. Onun bu devamlılığı ve çalışkanlığı, dairede
horlanmasına mâni olmuyordu. Bizim Hamdi, Raif efendinin
tercümelerinde küçük bir daktilo hatası bulsa, hemen zavallı adamı
çağırıyor, bazan da bizim odaya kadar gelerek haşlıyordu. Diğer
memurlara karşı daima daha ihtiyatlı olan ve her biri bir türlü iltimasa
dayanan bu gençlerden fena bir mukabele görmekten çekinen
arkadaşımın, kendisine asla mukabeleye cesaret edemeyeceğini bildiği
Raif efendiyi bu kadar hırpalaması, birkaç saat geciken bir tercüme için
kıpkırmızı kesilerek bütün binaya duyuracak şekilde bağırması gayet
kolay anlaşılabilirdi: İnsanları, kendi cinslerinden biri üzerinde kudret
ve salahiyetlerini denemek kadar tatlı sarhoş eden ne vardır? Hele bunu
yapmak fırsatı, birtakım ince hesaplar dolayısıyla, ancak muayyen bazı
kimselere karşı kendini gösterirse.
Raif efendi, ara sıra hastalanır ve daireye gelemezdi. Bunlar çok kere
ehemmiyetsiz soğuk algınlıklarıydı. Fakat senelerce evvel geçirdiğini
söylediği bir zatülcenp onu fazla ihtiyatlı yapmıştı. Ufak bir nezlede
hemen evine kapanıyor, dışarı çıktığı zaman kat kat yün fanilalar
giyiyor, dairede bulunduğu zamanlar asla pencere açtırmıyor ve
akşamüzerleri boynuna, kulaklarına atkılar dolayıp, kaim fakat biraz
yıpranmış paltosunun yakasını iyice kaldırmadan gitmiyordu. Hasta
zamanlarında da işini ihmal etmezdi. Tercüme edilecek yazılar bir
odacı ile
evine gönderilir ve birkaç saat sonra aldırılırdı. Buna rağmen müdürün
ve bizim Hamdi'nin Raif efendiye karşı muamelele-

rinde: "Bak, seni şu mızmız, hastalıklı haline rağmen atmıyoruz!"
demek isteyen bir şey vardı. Bunu ikide birde yüzüne vurmaktan da
çekinmezler, birkaç gün yokluktan sonra her gelişinde adamcağızı:
"Nasıl? İnşallah artık bitti ya?" diye iğneli
geçmiş olsunlarla karşılarlardı.
Bununla beraber, artık ben de Raif efendiden sıkılmaya
başlamıştım. Şirkette pek fazla oturduğum yoktu. Elimde bir evrak
çantasıyla bankaları ve siparişlerini kabul ettiğimiz devlet dairelerini
dolaşıyor; ara sıra bu evrakı tanzim edip müdüre veya müdür
muavinine izahat vermek için masamın başına geçiyordum. Buna
rağmen karşımdaki masada canlı olduğundan şüphe ettirecek kadar
hareketsiz oturan, tercüme yapan veya çekmesinin gözündeki
"Almanca romanını" okuyan bu adamın sahiden manasız ve sıkıcı bir
mahluk olduğuna kanaat getirmiştim. Ruhunda herhangi bir şeyler olan
bir kimsenin bunları ifade etmek arzusuna mukavemet edemeyeceğini
düşünüyor, bu kadar sessiz ve alakasız bir insanın içinde,
nebatlarınkinden pek de farklı olmayan bir hayat bulunduğunu tahmin
ediyordum: Bir makine gibi buraya geliyor, işlerini görüyor, anlayamadığım
bir itiyatla birtakım kitaplar okuyor ve akşamları alışverişini
yapıp evine dönüyordu. İhtimal, birbirine tıpkı tıpkısına benzeyen bu
bir sürü günlerin ve hatta senelerin içinde, hastalık zamanları yegâne
değişiklikti. Arkadaşların anlattığına göre, o oldum olası böyle
yaşamaktaydı. Kendisinin herhangi bir şekilde heyecanlandığını
şimdiye kadar gören yoktu. Amirlerinin en yersiz, en haksız
ithamlarına hep aynı sakin ve ifadesiz bakışla mukabele ediyor, yaptığı
tercümeleri daktiloya verir ve alırken hep aynı manasız tebessümle rica
ve teşekkürde bulunuyordu.
Bir gün gene, sırf daktiloların Raif efendiye ehemmiyet vermemeleri
yüzünden geç kalmış olan bir tercüme için Hamel i, bizim odaya kadar
gelmiş, oldukça sert bir sesle:
"Daha ne kadar bekleyeceğiz? Size acele işim var, gideceğim, dedim.
Hâlâ Macar şirketinden gelen mektubun tercümesini getirmediniz!"
diye bağırmıştı.
Öteki, iskemlesinden süratle doğrularak:

"Ben bitirdim efendim! Hanımlar bir türlü yazamadılar. Kendilerine
başka işler verilmiş!" dedi.
"Ben size bu işin hepsinden acele olduğunu söylemedim
mi?"
"Evet efendim, ben de onlara söyledim!" Hamdi daha çok bağırdı:
"Bana cevap vereceğinize size havale edilen işi yapın!" Ve kapıyı
vurarak çıktı.
Raif efendi de onun arkasından çıkarak daktilolara tekrar yalvarmaya
gitti.
Ben, bütün bu manasız sahne esnasında bana küçük bir nazar atmaya
bile lüzum görmeyen Hamdi'yi düşündüm. Bu sırada tekrar içeri giren
Almanca mütercimi, yerine geçerek başını önüne eğdi. Yüzünde insanı
hayret, hatta hiddete sevk eden o sarsılmaz sükûn vardı. Eline bir
kurşunkalem alarak kâğıdı karalamaya başladı. Yazı yazmıyor,
birtakım çizgiler çiziyordu. Fakat bu hareketi, sinirli bir adamın,
farkında olmadan, herhangi bir şeyle meşgul olması değildi. Hatta
dudaklarının kenarında, sarı bıyıklarının hemen alt tarafında,
kendinden emin bir tebessümün belirdiğini görür gibiydim. Eli kâğıdın
üzerinde ağır ağır hareket ediyor ve o, ikide birde durup gözlerini küçülterek,
önüne bakıyordu. Gördüğü şeyden memnun olduğunu,
yüzünü saran o belli belirsiz gülümsemeden anlıyordum. Nihayet
kalemi yanına bıraktı, karaladığı kâğıdı uzun uzun seyretti. Ben
gözlerimi hiç ayırmadan ona bakıyordum. Bu sefer yüzünde yepyeni
bir ifadenin peyda olduğunu görünce şaşırdım: Adeta birisine acır gibi
bir hali vardı. Meraktan yerimde duramıyordum. Kalkacağım sırada o
doğruldu, tekrar daktiloların odasına gitti. Hemen fırladım, bir adımda
karşı masaya vardım ve Raif efendinin, üzerine bir şeyler çizdiği kâğıdı
aldım. Buna bir göz atınca hayretimden donakaldım.
Avuç içi kadar kâğıdın üzerinde Hamdi'yi görüyordum. Beş on basit
fakat fevkalade ustaca çizginin içerisinde bütün
hüviyetiyle o vardı. Başkalarının aynı benzeyişi bulacaklarını pek
zannetmem, hatta teker teker araştırılınca belki hiçbir tarafı
benzemiyordu, fakat onun biraz evvel odanın ortasında nasıl avaz avaz
bağırdığını gören bir insan için yanılmaya imkân

yoktu. Hayvanca bir hiddet ve tarifi imkânsız bir bayağılıkla, mustatil*
şeklinde açılmış duran bu ağız; baktığı yeri delmek istediği halde aciz
içinde boğulmuşa benzeyen bu çizgi halindeki gözler; kanatları
mübalağalı bir şekilde yanaklara kadar genişleyen ve böylece çehreye
daha vahşi bir ifade veren bu burun... Evet, bu, birkaç dakika evvel
şurada duran Hamdi'nin, daha doğrusu onun ruhunun resmiydi. Fakat
hayretimin asıl
sebebi bu değildi: Ben şirkete girdiğimden, yani aylardan beri, Hamdi
hakkında birbirine zıt bir sürü hükümler verip duruyordum. Onu bazan
mazur görmeye çalışıyor, çok kere de istihfaf ediyordum**. Asıl
şahsiyetiyle, bugünkü mevkiinin ona verdiği şahsiyeti birbirine
karıştırıyor, sonra bunları ayırmak istiyor ve büsbütün çıkmaza
giriyordum. İşte Raif efendinin birkaç çizgi ile ortaya koyduğu Hamdi,
benim uzun zamandan beri görmek istediğim halde bir türlü
göremediğim insandı. Yüzünün bütün iptidai ve vahşi ifadesine
rağmen acınacak bir tarafı vardı. Zalimlik ve zavallılığın iştiraki hiçbir
yerde bu kadar vazıh*** olarak gösterilmemiştir. Sanki on senelik
arkadaşımı ilk defa bugün sahiden tanıyordum.
Aynı zamanda bu resim bana birdenbire Raif efendiyi de izah etmişti.
Şimdi onun sarsılmaz sükûnetini, insanlar ile mü-nasebetlerindeki
garip çekingenliğini gayet iyi anlıyordum. Etrafını bu kadar iyi tanıyan,
karşısındakinin ta içini bu kadar keskin ve açık gören bir insanın
heyecanlanmasına ve herhangi bir kimseye kızmasına imkân var
mıydı? Böyle bir adam, önünde bütün küçüklüğü ile çırpınan birine
karşı taş gibi durmaktan başka ne yapabilirdi? Bütün teessürlerimiz,
inkisarlarımız****, hiddetlerimiz, karşımıza çıkan hadiselerin
anlaşılmadık, beklenmedik taraflarınadır. Her şeye hazır bulunan ve
kimden ne gelebileceğini bilen bir insanı sarsmak mümkün müdür?
Raif efendi, benim için tekrar merak verici bir mahiyet almıştı.
Kafamda onun hakkında, biraz evvel beliren ışığa rağmen, birçok
tezatların bulunduğunu seziyordum. Elimde tuttu-
* Dikdörtgen. ** Küçümsüyordum. *** Açık, belirgin. **** Düş kırıklıklarımız.

ğum resmin çizgilerindeki isabet, bunun bir heveskâr elinden
çıkmadığını gösteriyordu. Bunu yapan kimsenin uzun seneler resimle
uğraşmış olması lazımdı. Burada sadece baktığını sahiden gören bir
göz değil, gördüğünü bütün incelikleriyle tespit etmesini bilen bir
hüner de vardı.
Kapı açıldı. Elimdekini çabucak masaya bırakmak istedim,
fakat geç kalmıştım. Macar şirketinden gelen mektubun
tercü-meleriyle bana doğru yaklaşan Raif efendiye özür diler gibi:
"Çok güzel bir resim... " dedim.
Onun şaşıracağını, sırrını ele vereceğimden korkacağını sanmıştım.
Hiç de böyle olmadı. Her zamanki yabancı ve dalgın gülüşüyle kâğıdı
elimden alarak:
"Senelerce evvel, bir müddet resimle meşgul olmuştum!.. " dedi. "Ara
sıra, el alışkanlığıyla bir şeyler karalıyorum... Görüyorsunuz ya,
manasız şeyler... Can sıkıntısı işte... "
Resmi avucunun içinde buruşturarak kâğıt sepetine attı.
"Daktilo hanımlar pek acele yazdılar!" diye mırıldandı. "Herhalde
yanlışlar vardır, fakat okumaya kalksam Hamdi beyi daha çok
kızdıracağım... Hakkı da var... Götürüp vereyim bari... "
Tekrar dışarı çıktı. Gözlerimle kendisini takip ettim. "Hakkı da var,
hakkı da var!" diye söyleniyordum.
Bundan sonra Raif efendinin her hali, sahiden manasız ve
ehemmiyetsiz olan hareketleri bile, bana merak vermeye başladı.
Onunla konuşmak, hakiki hüviyetine dair bir şeyler öğrenmek için her
fırsattan istifadeye kalktım. O benim bu fazla sokulganlığımı fark
etmez göründü. Bana karşı, nazik, fakat daima arada bir boşluk bırakan
tavrını muhafaza etti. Dostluğumuz dıştan ne kadar ilerlerse ilerlesin,
içi bana daima kapalı kaldı. Hatta ailesini, bu aile arasındaki vaziyetini
yakından görünce hakkındaki merakım büsbütün arttı. Kendisine
yaklaşmak için attığım her adım beni birçok yeni muammalarla karşılaştırıyordu.
Evine ilk defa olarak, mutat hastalıklarından birinde gittim. Hamdi
yarına kadar tercüme edilecek bir yazıyı hademe ile göndermek
istiyordu:

"Bana ver, hem ziyaret etmiş olurum" dedim.
"Pekâlâ... Bak bakalım nesi var. Bu sefer fazla uzadı!"
Hakikaten bu sefer hastalığı biraz uzun sürmüştü. Bir haftadan beri
şirkete uğramıyordu. Hademelerden biri Ismetpaşa mahallesindeki evi
tarif etti. Mevsim kış ortalarıydı. Erkenden
karanlık çöken sokaklarda yürümeye başladım. Ankara'nın asfalt döşeli
yollarına hiç benzemeyen bozuk kaldırımlı dar mahalleleri geçtim.
Birbiri arkasına yokuşlar ve inişler vardı. Uzun bir yolun sonunda,
adeta şehrin bittiği yerlerde, sola saptım ve köşedeki kahveye girerek
evi öğrendim: Taş ve kum yığılı arsaların arasında tek başına duran iki
katlı, sarı boyalı bir bina. Ra-if efendinin alt katta oturduğunu
biliyordum. Zili çaldım. Kapıyı on iki yaşlarında bir kız çocuğu açtı.
Babasını sorunca, yapmacık bir tavırla yüzünü buruşturup dudaklarını
bükerek: "Buyurun!" dedi.
Evin içi hiç de zannettiğim gibi değildi. Yemek odası olarak
kullanıldığı anlaşılan holde büyük ve açılıp kapanır bir masa, kenarda
içi kristal takımlarla dolu bir büfe vardı. Yerde güzel bir Sivas halısı
duruyor, yan taraftaki mutfaktan dışarı yemek kokuları vuruyordu. Kız
beni evvela misafir odasına aldı. Buradaki eşya da güzel, hatta pahalı
şeylerdi. Kırmızı kadife koltuklar, alçak ceviz sigara masaları ve bir
kenarda kocaman bir radyo odayı dolduruyordu. Her tarafta, masaların
üstünde ve ka-napelerin arkalığında ince işlenmiş, krem rengi dantel ve
gemi şeklinde yazılmış bir "Amentü" levhası asılıydı.
Küçük kız birkaç dakika sonra kahve getirdi. Yüzünde nedense hep o
beni küçük görmek, benimle alay etmek isteyen şımarık ifade vardı.
Fincanı elimden alırken:
"Babam rahatsız efendim, yatağından çıkamıyor, siz içeri buyurun!"
dedi. Bunu söylerken de benim bu kibar muameleye hiç layık
olmadığımı kaş ve gözleriyle anlatmak ister gibiydi.
Raif efendinin yattığı odaya girince büsbütün şaşırdım. Burası evin
diğer taraflarına hiç benzemiyen, adeta bir leyli mektep yatakhanesi,
veya bir hastane koğuşu gibi yan yana bir sürü beyaz karyolaların dizili
durduğu küçük bir odaydı. Raif efendi bu yataklardan birinde, beyaz
örtülerin altında, yarı otu-





























Öne Çıkan Yayın

İVAN TURGANYEV

                                                                   TURGANYEV                                                              ...