15 Kasım 2016 Salı

SABAHATTİN ALİ

                              Kürk Mantolu Madonna

Şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde
belki en büyük tesiri yapmıştır. Aradan aylar geçtiği halde bir türlü bu
tesirden kurtulamadım. Ne zaman kendimle baş başa kalsam, Raif
efendinin saf yüzü, biraz dünyadan uzak, buna rağmen bir insana
tesadüf ettikleri zaman tebessüm etmek etmek isteyen bakışları
gözlerimin önünde canlanıyor. Halbuki o hiç de fevkalade bir adam
değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün
etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan
biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana
merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri
gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız: "Acaba bunlar
neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet
bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?" Fakat
bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız; onların da birer
kafaları, bunun içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkûm
birer dimağları bulunduğunu, bunun neticesi olarak kendilerine göre
bir iç âlemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. Bu âlemin
tezahürlerini dışarı vermediklerine bakıp onların manen
yaşamadıklarına hükmedecek yerde, en basit bir beşer tecessüsü ile, bu
meçhul âlemi merak etsek, belki hiç ummadığımız şeyler görmemiz,
beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur. Fakat
insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri
araştırmayı tercih ediyorlar. Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir
kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu
hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan
bulmaktan daha kolaydır. Benim de Raif efendiyi daha yakından
tanımam sadece bir tesadüf eseridir.

Bir bankadaki küçük memuriyetimden çıkarıldıktan sonra -neden
çıkarıldığımı hâlâ bilemiyorum, bana sadece tasarruf için dediler, fakat
haftasına yerime adam aldılar- Ankara'da uzun müddet iş aradım. Beş
on kuruş param, yaz aylarını sürünmeden geçirmemi temin etti, fakat
yaklaşan kış, arkadaş odalarında, sedir üzerinde yatmanın sonu
gelmesini icap ettiriyordu. Bir hafta sonra bitecek olan lokanta
karnesini yenileyecek kadar bile param kalmamıştı. Sonu
çıkmayacağını bile bile girdiğim birçok kabul imtihanlarının hakikaten
sonu çıkmayınca nedense gene üzülüyor; arkadaşlardan habersiz
olarak, tezgâhtarlık için müracaat ettiğim mağazalardan ret cevabı
alınca yeis içinde gece yarılarına kadar dolaşıyordum. Birkaç tanıdık
tarafından ara sıra davet edildiğim içki sofralarında dahi vaziyetimin
ümitsizliğini unutamıyordum. İşin garibi, sıkıntımın arttığı ve
ihtiyaçlarımın beni bugünden yarma çıkarması bile imkânsız hale
geldiği nispette, benim de çekingenliğim, mahcupluğum artıyordu.
Evvelce bana iş bulmaları için müracaat ettiğim ve hiç de fena
muamele görmediğim bazı tanıdıklara sokakta rastladığım zaman
başımı önüme eğip hızla geçiyordum; evvelce bana yemek
yedirmelerini serbestçe rica ettiğim ve sıkılmadan ödünç para aldığım
arkadaşlarıma karşı bile değişmiştim. "Vaziyetin nasıl?" diye
sordukları zaman, acemi bir gülümseme ile: "Fena değil... Tek tük
muvakkat* işler buluyorum!" diye cevap veriyor ve hemen
kaçıyordum. İnsanlara ne kadar çok muhtaç olursam onlardan kaçmak
ihtiyacım da o kadar artıyordu.
Bir gün, akşamüstü, istasyonla Sergievi arasındaki tenha yolda ağır
ağır yürüyor, Ankara'nın harikulade sonbaharını doya doya içime
çekerek ruhumda nikbin** bir hava yaratmak istiyordum. Halkevinin
camlarından aksederek beyaz mermer binayı kan rengi deliklere boğan
güneş, akasya ağaçlarının ve çam fidanlarının üzerinde yükselen ve
buğu mudur, toz mudur, ne olduğu belli olmayan duman, herhangi bir
inşaattan dönen ve parça parça elbiselerinin içinde sessiz ve biraz kam*
Geçici. ** iyimser.

bur yürüyen ameleler, üstünde yer yer otomobil lastiği izleri uzanan
asfalt... Bunların hepsi mevcudiyetlerinden memnun görünüyorlardı.
Her şey, her şeyi olduğu gibi kabul etmekteydi. Şu halde bana da
yapacak başka bir şey kalmıyordu. Tam bu
sırada yanımdan hızla bir otomobil geçti. Başımı çevirip baktığım
zaman camın arkasındaki çehreyi tanıdığımı zannettim. Nitekim araba
beş on adım gittikten sonra durdu, kapısı açıldı;
mektep arkadaşlarımdan Hamdi, başını uzatmış, beni çağırıyordu.
Sokuldum.
"Nereye gidiyorsun?" diye sordu. "Hiç, geziniyorum!" "Gel, bize
gidelim!"
Cevabımı beklemeden bana yanında yer açtı. Yolda anlattığına göre,
çalıştığı şirketin bazı fabrikalarını dolaşmaktan geliyordu:
"Geleceğimi eve telgrafla bildirmiştim, herhalde hazırlık yapmışlardır.
Yoksa seni davet etmeye cesaret edemezdim!" dedi.
Güldüm.
Sık sık görüştüğüm Hamdi'yi, bankadan ayrıldığımdan beri
görmemiştim. Makine vesaire komisyonculuğu yapan, aynı zamanda
orman ve kereste işleriyle uğraşan bir şirkette müdür muavini olduğunu
ve oldukça iyi bir para aldığını biliyordum. İşsiz zamanımda kendisine
müracaat etmeyişim de hemen hemen bunun içindi: İş bulmasını rica
etmeye değil de, para yardımı yapmasını istemeye geldim zanneder
diye çekinmiştim. "Hep bankada mısın?" diye sordu. "Hayır,
ayrıldım!" dedim. Hayret etti: "Nereye girdin?" İstemeye istemeye
cevap verdim: "Açıktayım!"
Beni baştan aşağı bir süzdü, kılık kıyafetime baktı, evine
davet ettiğine pişman olmamış olmalı ki, elini dostça bir tebessümle
omzuma vurarak:

"Bu akşam konuşup bir çare buluruz, aldırma!" dedi.
Halinden memnun ve kendinden emin görünüyordu. Demek artık
tanıdıklara yardım lüksünü bile yapacak hale gelmişti. Gıpta ettim.
Küçük, fakat şirin bir evde oturuyordu. Biraz çirkin, fakat
cana yakın bir karısı vardı. Hiç çekinmeden yanımda öpüştüler. Hamdi
beni yalnız bırakarak yıkanmaya gitti.
Beni karısına tanıtmadığı için, ne yapacağımı bilmeden, misafir
odasının ortasında dikilip kaldım. Karısı da kapının yanında duruyor ve
belli etmeden beni süzüyordu. Bir müddet düşündü. Galiba zihninden
"Buyurun, oturun!" demek geçti. Fakat sonra buna lüzum görmeyerek
yavaşça dışarı süzüldü.
Her zaman ihmalkâr olmayan, hatta bu gibi kaidelere fazlaca dikkat
eden ve hayattaki muvaffakiyetinin bir kısmını da bu dikkatine borçlu
olan Hamdi' nin beni böyle ortada bırakı-vermesinin sebebini
düşündüm. Mühimce mevkilere geçen adamların esaslı âdetlerinden
biri de galiba eski -ve kendilerinden geri kalmış- arkadaşlarına karşı
gösterdikleri bu biraz da şuurlu dalgınlıktı. Sonra, o zamana kadar "siz"
diye hitap ettikleri dostlarına birdenbire ahbapça "sen" diyecek kadar
alçakgönüllü ve babacan oluvermek, karşısındakinin sözünü yarıda
kesip rastgele manasız bir şey sormak ve bunu gayet tabii olarak, hatta
çok kere şefkat ve merhamet dolu bir tebessümle birlikte yapmak...
Bütün bunlarla son günlerde o kadar çok karşılaşmıştım ki, Hamdi'ye
kızmak ve gücenmek aklıma bile gelmedi. Sadece, kalkıp, kimseye
haber vermeden gitmeyi ve bu sıkıntılı vaziyetten kurtulmayı
düşündüm. Fakat bu sırada beyaz önlüklü, başörtülü, yaşlı bir köylü
kadın, yamalı siyah ço-raplarıyla, hiç ses çıkarmadan kahve getirdi.
Üzeri sırma çiçekli lacivert koltuklardan birine oturdum, etrafıma
baktım. Duvarlarda aile ve artist fotoğrafları, kenarda, hanıma ait
olduğu anlaşılan bir kitap rafında, yirmi beş kuruşluk birkaç romanla
moda mecmuaları vardı. Bir sigara iskemlesinin altına dizilmiş
bulunan birkaç albüm, misafirler tarafından bir hayli hırpalanmışa
benziyordu. Ne yapacağımı bilmediğim için onlardan birini aldım,
daha açmadan Hamdi kapıda göründü. Bir eliyle ıs-

lak saçlarını tarıyor, ötekiyle açık yakalı beyaz frenk gömleğinin
düğmelerini ilikliyordu.
"E, nasılsın bakalım, anlat!" diye sordu. "Hiç!... Söyledim ya!."
Bana rast geldiğinden memnun görünüyordu. İhtimal,
eriştiği mertebeleri gösterebildiğine, yahut da, benim halimi
düşünerek, benim gibi olmadığına seviniyordu. Nedense, hayatta bir
müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini,
herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi
başımızdan savmış gibi ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de
gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet
göstermek isteriz. Hamdi de bana aynı hislerle hitap eder gibiydi:
"Yazı filan yazıyor musun?" dedi.
"Ara sıra... Şiir, hikâye!"
"Bir faydası oluyor mu bari?"
Gene güldüm. O "Bırak böyle şeyleri canım!" diyerek pratik hayatın
muvaffakiyetlerinden, edebiyat gibi boş şeylerin mektep sıralarından
sonra ancak zararlı olabileceğinden bahsetti. Kendisine cevap
verilebileceğini, münakaşa edilebileceğini asla aklına getirmeden,
küçük bir çocuğa nasihat verir gibi konuşuyor ve bu cesareti hayattaki
muvaffakiyetinden aldığını tavırlarıyla göstermekten de hiç
çekinmiyordu. Yüzümde, pek ahmakça olduğunu adamakıllı
hissettiğim bir gülümseme ile hayran hayran ona bakıyor ve bu halimle
kendisine daha çok cesaret veriyordum.
"Yarın sabah bana uğra" diyordu. "Bakalım, bir şeyler düşünürüz. Sen
zeki çocuksundur, bilirim; pek çalışkan değildin ama, bunun
ehemmiyeti yok. Hayat ve zaruretler insana birçok şeyler öğretir...
Unutma... Erkenden gel, beni gör!"
Bunları söylerken mektepte kendisinin de ileri gelen tembellerden
olduğunu tamamen unutmuşa benziyordu. Yahut da, bunu burada
yüzüne vuramayacağımdan emin olduğu için
pervazsızca konuşuyordu.
Yerinden kalkar gibi bir hareket yaptı, hemen doğruldum ve elimi
uzatarak:

"Bana müsaade!" dedim.
"Neden canım, daha erken... Ama sen bilirsin!"
Beni yemeğe çağırdığını unutmuştum. Bu anda hatırladım.
Fakat o tamamen unutmuş görünüyordu. Kapıya kadar geldim.
Şapkamı alırken:
"Hanımefendiye hürmetler!" dedim.
"Olur, olur, sen yarın bana uğra! Üzülme canım!" diyerek sırtımı
okşadı.
Dışarı çıktığım zaman ortalık adamakıllı kararmış, sokak lambaları
yanmıştı. Derin bir nefes aldım. Hava, biraz tozla karışık da olsa, bana
fevkalade temiz ve ferahlatıcı geldi. Ağır ağır yürüdüm.
Ertesi gün, öğleye doğru Hamdi'nin şirketine gittim. Halbuki dün
akşam evinden çıktığım sırada buna hiç niyetim yoktu. Zaten sarih* bir
vâitte de bulunmamıştı. "Bakalım, bir şey düşünürüz, bir şey yaparız!"
gibi her müracaat ettiğim hayır sahibinden dinlemeye alıştığım beylik
sözlerle beni uğurlamış-tı. Buna rağmen gittim. İçimde bir ümitten
ziyade, nedense, kendimi tezlil edilmiş** görmek arzusu vardı. Adeta
nefsime: "Dün akşam ses çıkarmadan dinledin ve onun sana karşı
velinimet tavrı takınmasına razı oldun ya, haydi bakalım, bunu sonuna
kadar götürmeli, sen buna layıksın!" demek istiyordum.
Hademe beni evvela küçük bir odaya alıp bekletti. Ham-di'nin yanına
girdiğim zaman yüzümde gene o dünkü ahmakça tebessümün
bulunduğunu hissettim ve kendime daha çok kızdım.
Hamdi önünde serili duran bir sürü kâğıt ve içeri girip çıkan bir sürü
memurla meşguldü. Bana başıyla bir iskemle gösterdi ve işine
bakmakta devam etti. Elini sıkmaya cesaret edemeden iskemleye
iliştim. Şimdi onun karşısında hakikaten amirim, hatta velinimetimmiş
gibi bir şaşkınlık duyuyor ve bu kadar alçalan benliğime bu muameleyi
cidden layık görüyordum.
Dün akşam beni yolda otomobiline alan mektep arkadaşımla,
* Açık, belirgin. ** Hakarete uğramış.

on iki saatten biraz fazla bir zaman içinde, aramızda ne kadar büyük bir
mesele hâsıl olmuştu! insanlar arasındaki münasebetleri tanzim eden
amiller ne kadar gülünç, ne kadar dıştan, ne kadar boş ve bilhassa asıl
insanlıkla ne kadar az alakası olan şeylerdi..
Dün akşamdan beri ne Hamdi, ne de ben hakikatte değişmiş değildik;
neysek gene oyduk; buna rağmen onun bana dair,
benim ona dair öğrendiğimiz bazı şeyler, bazı küçük ve teferruata ait
şeyler bizi ayrı istikametlere alıp götürmüşlerdi... İşin asıl garip tarafı,
ikimiz de bu değişikliği olduğu gibi kabul ediyor ve tabii buluyorduk.
Benim kızgınlığım Hamdi'ye değil, kendime de değil, sadece burada
bulunuşumaydı.
Odanın tenhalaştığı bir anda arkadaşım başını kaldırarak: "Sana bir iş
buldum!" dedi. Sonra, yüzüme o cesur ve manalı gözlerini dikerek
ilave etti: "Yani bir iş icat ettim. Yorucu bir şey değil. Bazı bankalarda
ve bilhassa kendi bankamızda işlerimizi takip edeceksin... Adeta
şirketle bankalar arasında irtibat memuru gibi bir şey... Boş
zamanlarında içeride oturur, kendi işlerine bakarsın... İstediğin kadar
şiir yaz... Ben müdürle konuştum, tayinini yapacağız... Fakat sana
şimdilik pek fazla veremeyeceğiz: Kırk elli lira... İleride tabii artar.
Hadi bakalım!.. Muvaffakiyetler!"
Koltuğundan kalkmadan elini uzattı. Sokuldum ve teşekkür ettim.
Yüzünde, bana iyilik ettiği için, samimi bir memnuniyet vardı. Onun
aslında hiç de fena bir insan olmadığını, yalnız mevkiinin icaplarını
yaptığını ve bunun da belki hakikaten lüzumlu olabileceğini
düşündüm. Fakat dışarı çıkınca koridorda bir müddet durakladım ve
bana tarif ettiği odaya gitmekle burayı bırakıp çıkmak arasında bir
hayli tereddüt ettim. Sonra ağır ağır, başım önümde, birkaç adım
yürüyerek ilk rast geldiğim hademeye mütercim Raif efendinin odasını
sordum. Adam eliyle gayri muayyen bir kapıyı gösterdi ve geçti.
Tekrar durdum. Niçin bırakıp gidemiyordum? Kırk lira aylığı mı feda
edemiyordum? Yoksa Hamdi'ye karşı ayıp bir harekette bulunmuş
olmaktan mı çekmiyordum? Hayır! Aylardan beri süren işsizlik,
buradan çıkınca nereye gideceğimi, nerede iş arayacağı-

mı bilmemek... Ve artık tamamıyla pençesine düşmüş olduğum bir
cesaretsizlik... İşte beni o loş koridorda tutan ve oradan geçecek olan
diğer hademeyi beklemeye sevk eden bunlardı.
Nihayet rastgele bir kapıyı araladım ve içeride Raif efendiyi gördüm.
Onu evvelden tanımıyordum. Buna rağmen, masasının başına eğilmiş
gördüğüm bu adamın başkası olamayacağını derhal hissettim.
Sonradan bu kanaatin nereden geldiğini
düşündüm. Hamdi bana: "Bizim Almanca mütercimi Raif efen-; dinin
odasına senin için bir masa koydurdum, kendisi sessiz sedasız, allahlık
bir adamdır, kimseye zararı dokunmaz" demişti. Sonra herkese bay,
bayan denildiği bu sıralarda ondan hâlâ efendi diye bahsediyordu.
İhtimal bu tariflerin kafamda yarattığı hayal orada gördüğüm kır saçlı,
bağa gözlüklü, tıraşı uzamış adama pek benzediği için hiç çekinmeden
içeri girmiş, başını kaldırıp dalgın gözlerle bana bakan zata:
"Raif efendi sizsiniz, değil mi?" diye sormuştum.
Karşımdaki bir müddet beni süzdü. Sonra hafif ve adeta korkak bir
sesle:
"Evet, benim! Siz de galiba bize gelen memursunuz. Biraz evvel
masanızı hazırladılar. Buyurunuz, hoş geldiniz!" dedi.
İskemleye geçip oturdum. Masanın üzerindeki soluk mürekkep
lekelerini, çizgileri seyretmeye başladım. Bir yabancı ile karşı karşıya
oturulduğu zaman âdet olduğu üzere oda arkadaşımı gizliden gizliye
tetkik etmek, kaçamak bakışlarla hakkında ilk -ve tabii yanlışkanaatler
edinmek istiyordum. Fakat onun bu arzuyu hiç
hissetmediğini ve başını tekrar önündeki işe eğerek ben odada
yokmuşum gibi meşgul olduğunu gördüm.
Öğleye kadar bu hal devam etti. Ben artık gözlerimi pervasızca
karşımdakine dikmiştim. Kısa kesilmiş saçlarının tepesi açılmaya
başlamıştı. Küçük kulaklarının altından gerdanına doğru birçok
kırışıklar uzanıyordu. Uzun ve ince parmaklı ellerini önündeki kâğıtlar
arasında gezdiriyor ve sıkıntı çekmeden tercüme yapıyordu. Ara sıra,
bulamadığı bir kelimeyi düşünür
gibi gözlerini kaldırıyor ve bakışlarımız karşılaşınca yüzünde
gülümsemeye benzer bir hareket oluyordu. Yandan ve tepeden bakınca
hayli yaşlı göründüğü halde çehresinin, hele böyle gü-

lüşme anlarında, insana hayret verecek kadar saf ve çocukça bir ifadesi
vardı. Sarı ve altları kırpılmış bıyıkları bu ifadeyi daha çok
kuvvetlendiriyordu.
Öğle üzeri yemeğe giderken, onun yerinden kımıldanmadığını,
masasının gözlerinden birini açarak önüne kâğıda sarılmış bir ekmek
ve bir küçük sefertası gözü çıkardığını gördüm.
"Afiyet olsun!" diyerek odayı terk ettim.
Günlerce aynı odada karşı karşıya oturduğumuz halde hemen hemen
hiçbir şey konuşmadık. Başka servislerdeki memurlardan birçoğuyla
tanışmış, hatta akşamüzeri beraber çıkarak bir kahvede tavla oynamaya
bile başlamıştık. Bunlardan öğrendiğime göre, Raif efendi
müessesenin en eski memurla-rındandı. Daha bu şirket kurulmadan
evvel, şimdi bizim bağlı olduğumuz bankanın mütercimiymiş, oraya ne
zaman geldiğini kimse hatırlamıyordu. Başında oldukça kalabalık bir
aile bulunduğu, aldığı ücretle ancak geçinebildiği söyleniyordu. Bu
arada kıdemli olduğu halde, şuna buna bol bol para savuran şirketin,
onun ücretini neden artırmadığını sorunca, genç memurlar gülerek:
"Hımbılın biridir de ondan. Doğru dürüst lisan bildiği bile şüpheli!"
diyorlardı. Halbuki Almancayı gayet iyi bildiğini ve yaptığı
tercümelerin pek doğru ve güzel olduğunu sonradan öğrendim.
Yugoslavya'nın Susak limanı üzerinden gelecek dişbudak ve köknar
kerestelerinin evsafına veya travers delme makinelerinin işleme tarzına
ve yedek parçalarına dair bir mektubu kolayca tercüme ediyor,
Türkçeden Almanca-ya çevirdiği şartname ve mukavelenameleri şirket
müdürü hiç tereddüt etmeden yerlerine yolluyordu. Boş kaldığı
zamanlarda masanın gözünü açıp, oradan dışarıya çıkarmadan, dalgın
dalgın kitap okuduğunu görmüş ve bir gün: "Nedir o, Raif bey?" diye
sormuştum. Sanki bir kabahat yaparken yakalamışım gibi kızarmış,
kekeleyerek: "Hiç... Almanca bir roman!" demiş ve hemen çekmeyi
kapatmıştı. Buna rağmen şirkette hiç kimse onun bir ecnebi dili
bileceğine ihtimal vermiyordu. Belki
de hakları vardı, çünkü hal ve tavrında hiç de lisan bilen bir insan kılığı
yoktu. Konuşurken ağzından yabancı bir kelime çıktı-C,ı, herhangi bir
zaman dil bildiğinden bahsettiği duyulmamış;

elinde veya cebinde ecnebi gazete ve mecmuaları görülmemişti.
Hulasa, bütün varlıklarıyla: "Biz Frenkçe biliriz!" diye haykıran
insanlara benzer bir tarafı yoktu. Bilgisine dayanarak maaşının
artırılmasını istemeyişi, başka ve bol ücretli işler aramayı-şı da,
hakkındaki bu kanaati kuvvetlendiriyordu.
Sabahları tam vaktinde geliyor, öğle yemeğini odasında yiyor,
akşamları, ufak tefek alışverişlerini yaptıktan sonra hemen evine
gidiyordu. Birkaç kere teklif ettiğim halde kahveye gelmeye razı
olmadı. "Evde beklerler!" dedi. Mesut bir aile babası, diye düşündüm,
bir an evvel çoluğuna, çocuğuna kavuşmaya can atıyor. Sonradan hiç
de böyle olmadığını gördüm, fakat bunlardan daha ileride
bahsedeceğim. Onun bu devamlılığı ve çalışkanlığı, dairede
horlanmasına mâni olmuyordu. Bizim Hamdi, Raif efendinin
tercümelerinde küçük bir daktilo hatası bulsa, hemen zavallı adamı
çağırıyor, bazan da bizim odaya kadar gelerek haşlıyordu. Diğer
memurlara karşı daima daha ihtiyatlı olan ve her biri bir türlü iltimasa
dayanan bu gençlerden fena bir mukabele görmekten çekinen
arkadaşımın, kendisine asla mukabeleye cesaret edemeyeceğini bildiği
Raif efendiyi bu kadar hırpalaması, birkaç saat geciken bir tercüme için
kıpkırmızı kesilerek bütün binaya duyuracak şekilde bağırması gayet
kolay anlaşılabilirdi: İnsanları, kendi cinslerinden biri üzerinde kudret
ve salahiyetlerini denemek kadar tatlı sarhoş eden ne vardır? Hele bunu
yapmak fırsatı, birtakım ince hesaplar dolayısıyla, ancak muayyen bazı
kimselere karşı kendini gösterirse.
Raif efendi, ara sıra hastalanır ve daireye gelemezdi. Bunlar çok kere
ehemmiyetsiz soğuk algınlıklarıydı. Fakat senelerce evvel geçirdiğini
söylediği bir zatülcenp onu fazla ihtiyatlı yapmıştı. Ufak bir nezlede
hemen evine kapanıyor, dışarı çıktığı zaman kat kat yün fanilalar
giyiyor, dairede bulunduğu zamanlar asla pencere açtırmıyor ve
akşamüzerleri boynuna, kulaklarına atkılar dolayıp, kaim fakat biraz
yıpranmış paltosunun yakasını iyice kaldırmadan gitmiyordu. Hasta
zamanlarında da işini ihmal etmezdi. Tercüme edilecek yazılar bir
odacı ile
evine gönderilir ve birkaç saat sonra aldırılırdı. Buna rağmen müdürün
ve bizim Hamdi'nin Raif efendiye karşı muamelele-

rinde: "Bak, seni şu mızmız, hastalıklı haline rağmen atmıyoruz!"
demek isteyen bir şey vardı. Bunu ikide birde yüzüne vurmaktan da
çekinmezler, birkaç gün yokluktan sonra her gelişinde adamcağızı:
"Nasıl? İnşallah artık bitti ya?" diye iğneli
geçmiş olsunlarla karşılarlardı.
Bununla beraber, artık ben de Raif efendiden sıkılmaya
başlamıştım. Şirkette pek fazla oturduğum yoktu. Elimde bir evrak
çantasıyla bankaları ve siparişlerini kabul ettiğimiz devlet dairelerini
dolaşıyor; ara sıra bu evrakı tanzim edip müdüre veya müdür
muavinine izahat vermek için masamın başına geçiyordum. Buna
rağmen karşımdaki masada canlı olduğundan şüphe ettirecek kadar
hareketsiz oturan, tercüme yapan veya çekmesinin gözündeki
"Almanca romanını" okuyan bu adamın sahiden manasız ve sıkıcı bir
mahluk olduğuna kanaat getirmiştim. Ruhunda herhangi bir şeyler olan
bir kimsenin bunları ifade etmek arzusuna mukavemet edemeyeceğini
düşünüyor, bu kadar sessiz ve alakasız bir insanın içinde,
nebatlarınkinden pek de farklı olmayan bir hayat bulunduğunu tahmin
ediyordum: Bir makine gibi buraya geliyor, işlerini görüyor, anlayamadığım
bir itiyatla birtakım kitaplar okuyor ve akşamları alışverişini
yapıp evine dönüyordu. İhtimal, birbirine tıpkı tıpkısına benzeyen bu
bir sürü günlerin ve hatta senelerin içinde, hastalık zamanları yegâne
değişiklikti. Arkadaşların anlattığına göre, o oldum olası böyle
yaşamaktaydı. Kendisinin herhangi bir şekilde heyecanlandığını
şimdiye kadar gören yoktu. Amirlerinin en yersiz, en haksız
ithamlarına hep aynı sakin ve ifadesiz bakışla mukabele ediyor, yaptığı
tercümeleri daktiloya verir ve alırken hep aynı manasız tebessümle rica
ve teşekkürde bulunuyordu.
Bir gün gene, sırf daktiloların Raif efendiye ehemmiyet vermemeleri
yüzünden geç kalmış olan bir tercüme için Hamel i, bizim odaya kadar
gelmiş, oldukça sert bir sesle:
"Daha ne kadar bekleyeceğiz? Size acele işim var, gideceğim, dedim.
Hâlâ Macar şirketinden gelen mektubun tercümesini getirmediniz!"
diye bağırmıştı.
Öteki, iskemlesinden süratle doğrularak:

"Ben bitirdim efendim! Hanımlar bir türlü yazamadılar. Kendilerine
başka işler verilmiş!" dedi.
"Ben size bu işin hepsinden acele olduğunu söylemedim
mi?"
"Evet efendim, ben de onlara söyledim!" Hamdi daha çok bağırdı:
"Bana cevap vereceğinize size havale edilen işi yapın!" Ve kapıyı
vurarak çıktı.
Raif efendi de onun arkasından çıkarak daktilolara tekrar yalvarmaya
gitti.
Ben, bütün bu manasız sahne esnasında bana küçük bir nazar atmaya
bile lüzum görmeyen Hamdi'yi düşündüm. Bu sırada tekrar içeri giren
Almanca mütercimi, yerine geçerek başını önüne eğdi. Yüzünde insanı
hayret, hatta hiddete sevk eden o sarsılmaz sükûn vardı. Eline bir
kurşunkalem alarak kâğıdı karalamaya başladı. Yazı yazmıyor,
birtakım çizgiler çiziyordu. Fakat bu hareketi, sinirli bir adamın,
farkında olmadan, herhangi bir şeyle meşgul olması değildi. Hatta
dudaklarının kenarında, sarı bıyıklarının hemen alt tarafında,
kendinden emin bir tebessümün belirdiğini görür gibiydim. Eli kâğıdın
üzerinde ağır ağır hareket ediyor ve o, ikide birde durup gözlerini küçülterek,
önüne bakıyordu. Gördüğü şeyden memnun olduğunu,
yüzünü saran o belli belirsiz gülümsemeden anlıyordum. Nihayet
kalemi yanına bıraktı, karaladığı kâğıdı uzun uzun seyretti. Ben
gözlerimi hiç ayırmadan ona bakıyordum. Bu sefer yüzünde yepyeni
bir ifadenin peyda olduğunu görünce şaşırdım: Adeta birisine acır gibi
bir hali vardı. Meraktan yerimde duramıyordum. Kalkacağım sırada o
doğruldu, tekrar daktiloların odasına gitti. Hemen fırladım, bir adımda
karşı masaya vardım ve Raif efendinin, üzerine bir şeyler çizdiği kâğıdı
aldım. Buna bir göz atınca hayretimden donakaldım.
Avuç içi kadar kâğıdın üzerinde Hamdi'yi görüyordum. Beş on basit
fakat fevkalade ustaca çizginin içerisinde bütün
hüviyetiyle o vardı. Başkalarının aynı benzeyişi bulacaklarını pek
zannetmem, hatta teker teker araştırılınca belki hiçbir tarafı
benzemiyordu, fakat onun biraz evvel odanın ortasında nasıl avaz avaz
bağırdığını gören bir insan için yanılmaya imkân

yoktu. Hayvanca bir hiddet ve tarifi imkânsız bir bayağılıkla, mustatil*
şeklinde açılmış duran bu ağız; baktığı yeri delmek istediği halde aciz
içinde boğulmuşa benzeyen bu çizgi halindeki gözler; kanatları
mübalağalı bir şekilde yanaklara kadar genişleyen ve böylece çehreye
daha vahşi bir ifade veren bu burun... Evet, bu, birkaç dakika evvel
şurada duran Hamdi'nin, daha doğrusu onun ruhunun resmiydi. Fakat
hayretimin asıl
sebebi bu değildi: Ben şirkete girdiğimden, yani aylardan beri, Hamdi
hakkında birbirine zıt bir sürü hükümler verip duruyordum. Onu bazan
mazur görmeye çalışıyor, çok kere de istihfaf ediyordum**. Asıl
şahsiyetiyle, bugünkü mevkiinin ona verdiği şahsiyeti birbirine
karıştırıyor, sonra bunları ayırmak istiyor ve büsbütün çıkmaza
giriyordum. İşte Raif efendinin birkaç çizgi ile ortaya koyduğu Hamdi,
benim uzun zamandan beri görmek istediğim halde bir türlü
göremediğim insandı. Yüzünün bütün iptidai ve vahşi ifadesine
rağmen acınacak bir tarafı vardı. Zalimlik ve zavallılığın iştiraki hiçbir
yerde bu kadar vazıh*** olarak gösterilmemiştir. Sanki on senelik
arkadaşımı ilk defa bugün sahiden tanıyordum.
Aynı zamanda bu resim bana birdenbire Raif efendiyi de izah etmişti.
Şimdi onun sarsılmaz sükûnetini, insanlar ile mü-nasebetlerindeki
garip çekingenliğini gayet iyi anlıyordum. Etrafını bu kadar iyi tanıyan,
karşısındakinin ta içini bu kadar keskin ve açık gören bir insanın
heyecanlanmasına ve herhangi bir kimseye kızmasına imkân var
mıydı? Böyle bir adam, önünde bütün küçüklüğü ile çırpınan birine
karşı taş gibi durmaktan başka ne yapabilirdi? Bütün teessürlerimiz,
inkisarlarımız****, hiddetlerimiz, karşımıza çıkan hadiselerin
anlaşılmadık, beklenmedik taraflarınadır. Her şeye hazır bulunan ve
kimden ne gelebileceğini bilen bir insanı sarsmak mümkün müdür?
Raif efendi, benim için tekrar merak verici bir mahiyet almıştı.
Kafamda onun hakkında, biraz evvel beliren ışığa rağmen, birçok
tezatların bulunduğunu seziyordum. Elimde tuttu-
* Dikdörtgen. ** Küçümsüyordum. *** Açık, belirgin. **** Düş kırıklıklarımız.

ğum resmin çizgilerindeki isabet, bunun bir heveskâr elinden
çıkmadığını gösteriyordu. Bunu yapan kimsenin uzun seneler resimle
uğraşmış olması lazımdı. Burada sadece baktığını sahiden gören bir
göz değil, gördüğünü bütün incelikleriyle tespit etmesini bilen bir
hüner de vardı.
Kapı açıldı. Elimdekini çabucak masaya bırakmak istedim,
fakat geç kalmıştım. Macar şirketinden gelen mektubun
tercü-meleriyle bana doğru yaklaşan Raif efendiye özür diler gibi:
"Çok güzel bir resim... " dedim.
Onun şaşıracağını, sırrını ele vereceğimden korkacağını sanmıştım.
Hiç de böyle olmadı. Her zamanki yabancı ve dalgın gülüşüyle kâğıdı
elimden alarak:
"Senelerce evvel, bir müddet resimle meşgul olmuştum!.. " dedi. "Ara
sıra, el alışkanlığıyla bir şeyler karalıyorum... Görüyorsunuz ya,
manasız şeyler... Can sıkıntısı işte... "
Resmi avucunun içinde buruşturarak kâğıt sepetine attı.
"Daktilo hanımlar pek acele yazdılar!" diye mırıldandı. "Herhalde
yanlışlar vardır, fakat okumaya kalksam Hamdi beyi daha çok
kızdıracağım... Hakkı da var... Götürüp vereyim bari... "
Tekrar dışarı çıktı. Gözlerimle kendisini takip ettim. "Hakkı da var,
hakkı da var!" diye söyleniyordum.
Bundan sonra Raif efendinin her hali, sahiden manasız ve
ehemmiyetsiz olan hareketleri bile, bana merak vermeye başladı.
Onunla konuşmak, hakiki hüviyetine dair bir şeyler öğrenmek için her
fırsattan istifadeye kalktım. O benim bu fazla sokulganlığımı fark
etmez göründü. Bana karşı, nazik, fakat daima arada bir boşluk bırakan
tavrını muhafaza etti. Dostluğumuz dıştan ne kadar ilerlerse ilerlesin,
içi bana daima kapalı kaldı. Hatta ailesini, bu aile arasındaki vaziyetini
yakından görünce hakkındaki merakım büsbütün arttı. Kendisine
yaklaşmak için attığım her adım beni birçok yeni muammalarla karşılaştırıyordu.
Evine ilk defa olarak, mutat hastalıklarından birinde gittim. Hamdi
yarına kadar tercüme edilecek bir yazıyı hademe ile göndermek
istiyordu:

"Bana ver, hem ziyaret etmiş olurum" dedim.
"Pekâlâ... Bak bakalım nesi var. Bu sefer fazla uzadı!"
Hakikaten bu sefer hastalığı biraz uzun sürmüştü. Bir haftadan beri
şirkete uğramıyordu. Hademelerden biri Ismetpaşa mahallesindeki evi
tarif etti. Mevsim kış ortalarıydı. Erkenden
karanlık çöken sokaklarda yürümeye başladım. Ankara'nın asfalt döşeli
yollarına hiç benzemeyen bozuk kaldırımlı dar mahalleleri geçtim.
Birbiri arkasına yokuşlar ve inişler vardı. Uzun bir yolun sonunda,
adeta şehrin bittiği yerlerde, sola saptım ve köşedeki kahveye girerek
evi öğrendim: Taş ve kum yığılı arsaların arasında tek başına duran iki
katlı, sarı boyalı bir bina. Ra-if efendinin alt katta oturduğunu
biliyordum. Zili çaldım. Kapıyı on iki yaşlarında bir kız çocuğu açtı.
Babasını sorunca, yapmacık bir tavırla yüzünü buruşturup dudaklarını
bükerek: "Buyurun!" dedi.
Evin içi hiç de zannettiğim gibi değildi. Yemek odası olarak
kullanıldığı anlaşılan holde büyük ve açılıp kapanır bir masa, kenarda
içi kristal takımlarla dolu bir büfe vardı. Yerde güzel bir Sivas halısı
duruyor, yan taraftaki mutfaktan dışarı yemek kokuları vuruyordu. Kız
beni evvela misafir odasına aldı. Buradaki eşya da güzel, hatta pahalı
şeylerdi. Kırmızı kadife koltuklar, alçak ceviz sigara masaları ve bir
kenarda kocaman bir radyo odayı dolduruyordu. Her tarafta, masaların
üstünde ve ka-napelerin arkalığında ince işlenmiş, krem rengi dantel ve
gemi şeklinde yazılmış bir "Amentü" levhası asılıydı.
Küçük kız birkaç dakika sonra kahve getirdi. Yüzünde nedense hep o
beni küçük görmek, benimle alay etmek isteyen şımarık ifade vardı.
Fincanı elimden alırken:
"Babam rahatsız efendim, yatağından çıkamıyor, siz içeri buyurun!"
dedi. Bunu söylerken de benim bu kibar muameleye hiç layık
olmadığımı kaş ve gözleriyle anlatmak ister gibiydi.
Raif efendinin yattığı odaya girince büsbütün şaşırdım. Burası evin
diğer taraflarına hiç benzemiyen, adeta bir leyli mektep yatakhanesi,
veya bir hastane koğuşu gibi yan yana bir sürü beyaz karyolaların dizili
durduğu küçük bir odaydı. Raif efendi bu yataklardan birinde, beyaz
örtülerin altında, yarı otu-





























Öne Çıkan Yayın

İVAN TURGANYEV

                                                                   TURGANYEV                                                              ...